Saturday, July 11, 2015

Hollanda


Amsterdam'da en büyük kanallardan biri. Ama o kadar çok kanal var ki, isimlerini bilmiyorum!

Hollanda’ya ilk kez 1997 Ağustos’unda, İngiltere’deki Cropredy Müzik Festivali’nden dönüşte uğramıştım. “Uğramıştım” diyorum, çünkü sadece iki-üç gün kalmıştım. Gerçi epeyce gezdim, müzelere gittim, üstelik Amsterdam zaten küçük bir şehir, ama aslında o kadar güzel ki, iki-üç hafta da kalınabilecek bir yer. Amsterdam’a Manş’ın altından geçmiştik. Amsterdam’a gelince şehrin düzenine ve sevimliliğine hayran kalmıştım. Önce hemen Rembrandtplein Meydanı’nda turizm bürosuna başvurup otel buldum, sonra trenle otele yerleştim. Otelin merkeze 20-25 dakikalık bir mesafede olması canımı sıksa da, sürekli kamu ulaşım araçlarının olması sorun yaratmamıştı. Üstelik otobüsler gayet dakik çalışıyordu. 

Kentin içi denebilecek bir yer burası.

Şehrin en hareketli yeri Rembrandtplein Meydanı. Ben de ilk buraya geldim, turizm enformasyon bürosu da buradaydı. Büyükçe bir parkın başında görkemli bir görkemli bir Rembrandt anıtı vardı. Gençler anıtın kenarına, banklara, çimenlere oturmuş, kimi sohbet ediyor, kimi gitar tıngırdatıyordu. Tertemiz bir parktı. Zaten Amsterdam, birçok Avrupa kenti gibi tertemiz bir yer. Üstelik yeşil de. Binalar da bakımlı. Kanallar kenti burası. O kadar çok kanal var ki, kaç kere yolumu şaşırdığım bile oldu. Ama tüm kanal yollarını, köprüleri gezip görmek çok keyifli. Eski bir kent burası. Dört-beş katlı dar yapılar çok güzel korunmuş. Hem de boyası, dış cephesi, çok iyi bakımlı. Evlerin birçoğunda perde olmazmış burada, çünkü kimse dönüp de içeri bakmazmış. Birçok evin önünden geçerken piyano, keman, çello sesleri duymak mümkün... Uygarlık bu olmalı.

Başka bir kanal
Şehirde trafik çok fazla olsa da, bu daha çok kentin küçüklüğünden kaynaklanıyor. Eski kent dokusu fazla değiştirilmediği için yollar dar, park alanları az. Buna karşılık bisiklet kullanımı çok yaygın. Belediye birçok merkezdeki bisiklet istasyonuna bisikletleri bağlıyormuş, kullanmak isteyen jeton ya da para atıp kiliti açıyor,  bisikleti de gittiği yerdeki istasyona bırakıp attığı jetonu, parayı geri alıyormuş. Aradan çok zaman geçtiği için şimdi durum ne, bilmiyorum, ama bisikletlerin paralı hale getirildiğini de sanmıyorum. Bunun dışında birçok kimsenin de zaten kendi bisikleti varmış. Sokaklarda yürürken de bisikletliler bol bol görüyorsunuz, arkasındaki sepette bir demet çiçek, veya birkaç torba yiyecek, bir ekmek, çanta...

Hafta sonunda kentli sahiplerini bekleyen tekneler
Amsterdam’da o kadar çok çiçekçi var ki. Hele akşam saatlerinde evine dönen insanlar çiçekçilere uğrayıp bir demet çiçek almadan edemiyor. Laleler, ayçiçekleri, ortancalar, papatyalar, onlarca çeşit çiçek.

Bir çiçekçi dükkanı

Çiçekçilik Amsterdam'da böyle işte!



Çiçekçilerde en çok laleler var.








Tabii, ayçiçekleri deyince bana Vincent Van Gogh’u hatırlatıyor. Çocukluğumda empresyonist resim sanatına meraklıydım, o yüzden de Van Gogh’la ilgili çok şey okumuştum. Daha önce de Londra’da Queen’s Gallery’de birçok Van Gogh tablosunu görmüştüm. Ama Amsterdam’da birkaç tablodan da öte, koskoca bir Van Gogh Müzesi var. Hemen gittim. Tabii ki muhteşem tablolar. Arles’teki Yatak Odası, Kendi Portresi, Ayçiçeği tabloları ve daha birçoğu... Bunları eskiden kitaplarda görürdüm, fakat kocaman orijinallerini görünce reprodüksiyonların anlamsız kaldığını anlıyorum. 

Van Gogh Müzesi’nden sonra hemen yakınındaki Rijksmuseum’a gittim. Zaten burası Müzeler Meydanı olarak adlandırılıyor ve Rijksmuseum Hollanda’nın en büyük müzesi. Rijksmuseum 1800’de Lahey’de açılmış, ancak bugünkü yerine 1880’de taşınmış ve büyük ölçüde, “Hollanda Altın Çağı” olarak tanımlanan 1585-1702 dönemine ait çalışmaları içeriyor. Müzede Rembrandt, Rubens, Vermeer gibi, aydınlanma çağının birçok sanatçısına ait tablolar sergileniyor.

Vincent Van Gogh, "Almond Tree" (resmi wikipedia'dan aldım)



Rembrandt, "The Nightwatch" (resmi wikipedia'dan aldım)

Zamanım kısıtlıydı, o yüzden müzenin tamamını gezemedim. Çıkınca, biliyorum, bu müzelerden sonra gidilecek yer değil ama, gezgin olmak böyle birşey,  gelmişken her yeri görmek istiyor insan, ünlü Red Light District’e gittim. Herhalde oraya uğramayan turist yoktur. Aslında oradaki eğlenceyi görmek için akşam saatlerinde gitmek lazım, ama henüz gündüz vakti gitmeme rağmen öyle ürktüm ki, herhalde akşam gitmeyi göze alamazdım. Tamam, merdivenlere oturmuş, müşteri bekleyen çok güzel kızlar vardı ama genel olarak gördüklerim, itici, ürkütücü geldi. Zaten çok sayıda göçmen ve nereden geldiği belli olmayan turist var çevrede, uyuşturucu kullanımı da yaygın, hatta bazı barlarda marijuana satışı bile serbest, etrafta insanlar "haşhaş ister misin" diye dolanıyor, koluma ne olduğu belirsiz bir şırınganın dokunmasından korktum.

Amsterdam kanallarından bir başkası


Amsterdam gezim çok kısaydı. Sindire sindire yaşamak için en az bir hafta kalmak lazım. Kanallar arasında bol bol dolaştım. Metropollerin de yeşil olabileceğini, kalabalık kentlerin de temiz tutulabileceğini, trafik sorununun üstelik çevreci önlemlerle hafifletilebileceğini, sanatın günlük hayata girebileceğini, gençlerin sokak ortalarında serbestçe, çekinmeden öpüşebileceğini, çiçeklerin sadece cenazelere ve hastanelere gönderilmeyeceğini, evlere de, hem de sık sık, götürülebileceğini, eski yapıların bozulmadan ve tertemiz korunabileceğini, insanların sokaklarda meydanlarda müzik çalabileceğini, metropollerin betondan korunabileceğini gördüm.

Kent merkezine 20 dakika mesafedeki otelimin yolundan




Şimdi bir fırsat bulsam da, uçağa atlayıp, son zamanlarda merak sardığım Hollanda folk müziğini yerinde dinlemeye gitsem, kent kent dolaşsam. 

Thursday, February 19, 2015

Tunus


Sidi Bou Said'de bir Tunuslu

Tunus’a Aralık 2010’da Tunus’ta ateşlenen “arap baharı” eylemlerinden 3 yıl sonra, 16 Mart 2013’te 9 gün süren bir turla gittik. Doğrusu sokaklarda biraz kargaşa bekliyordum ama olaylar durulmuş, ortalık sakinleşmişti. Acaba ülkeye gerçekten demokrasi gelmiş de halk o yüzden mi protestolara son vermişti, yoksa yeni yönetimin politikalarını bekleyip görmeyi mi seçmişti, bilmiyorum.. Her neyse, en azından demokrasinin öyle üç günde beş günlük gösterilerle gelmeyeceğini biliyorum.

Tunus tarihine ilişkin İÖ 4000 yıllarına kadar uzanan bilgilere ulaşılmış olsa da, bu bilgiler o dönemin sosyal, ekonomik ve politik yapısını açıklamakta yetersiz kalıyor. Bilindiği kadarıyla Tunus’un ilk halkını Berberi kabileleri oluşturmuş. Fenike’liler ve Kıbrıs’lılar, bir söylentiye göre de Dido, İÖ 900’lerde Kartaca kentini inşa etmiş ve Kartaca kısa sürede Batı Akdeniz’in hakimi durumuna gelmiş. Ancak, bugün Tunus olarak adlandırılan Kartaca ve çevresi, bir süre sonra gücünü kaybetmiş ve İÖ 149’da Roma egemenliğine girmiş. Roma döneminde bölge zeytinyağı, şarap, dokuma, hurma, mozaik, seramik ihracatının da katkısıyla hızlı bir gelişme göstermiş. 

Tunus 7. yüzyılda Arap işgaline uğramış,  1534’te de Barbaros Hayrettin tarafından alınarak Osmanlı egemenliğine bağlanmış, 1881’de Bardo Anlaşması’yla Fransız himayesine girmiş, 1956’da da Habib Burgiba liderliğinde yapılan mücadeleyle bağımsızlığını kazanmış ve Atatürk hayranı Burgiba’nın kurduğu laik rejim 2010’a kadar sürmüş. 2010 sonlarında ise Burgiba’nın siyasal varisi Ben Ali rejimine karşı, ekonomik sıkıntıların giderilmesi ve demokratik hakların genişletilmesi talebiyle başlayan, batı medyası ve siyasası tarafından provokatif bir şekilde “arap baharı” diye adlandırılarak desteklenen halk hareketi ülkeye siyasal islama dayalı bir rejimin gelmesine yol açmış. 2014 sonlarındaki seçimlerde ise laikler az bir farkla da olsa, gene öne çıkmış.

Neyse, ben başlayayım 9 günde gördüklerimi anlatmaya.
Bardo Müzesi 
Başkent Tunus’a iner inmez harika bir müzeye gittik: Bardo Milli Müzesi. Bardo Müzesi dünyanın en büyük mozaik müzesi. Müzede esas olarak antik Roma ve antik Yunan’dan kalma mozaikler ve diğer eserler, ayrıca küçük bir bölümde de İslamik döneme ait parçalar sergileniyor. Roma’dan kalma mozaikler İS 2. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar tarihleniyor. Avcılık, balıkçılık, tarım, hayvancılık gibi günlük yaşama ilişkin motiflerin yer aldığı mozaikler önceleri daha çok süsleme amacıyla binaların zeminlerine ve duvarlarına yapılıyormuş; daha sonra çeşitli mitolojik öyküler de mozaiklerde resmedilmiş.
Bardo Müzesi

Bardo Müzesi


Bardo Müzesi

Sidi Bou Said



Müzeden çıktıktan sonra Tunus’un sayfiye şehri Sidi Bou Said’e gittik. Sidi Bou Said mavi-beyaz renkleriyle Bodrum’u andıran ufak bir yer. Şehirde tüm binalar beyaz; kapı ve pencereler de, arada tek tük kırmızı ve yeşile rastlansa da, büyük ölçüde mavi. Sadi Bou Said vaktiyle birçok Avrupalı sanatçıya ev sahipliği yapmış. Bugün de kentte konaklayan sanatçılar varmış. Kentte tüm yapılar bakımlı, boyalı, sokaklar tertemiz. Binaların kiremitleri pırıl pırıl yeşil ya da mavi seramikten. Her tarafta hediyelik eşya dükkanları, bol bol da kahvehane var. Zaten Tunus’ta nane çayı ve küğnarlı (çam fıstığı) çay çok fazla içiliyor.

Sidi Bou Said

Sidi Bou Said, bir kahvehane
Ertesi sabah erkenden Roma kenti Dhugga’dayız. Dhugga ya da Thugga, Roma yönetimine bağlı Numidya Krallığı’nın merkezi olarak ikibin yıl kadar önce inşa edilmiş ve bugün Kuzey Afrika’nın en iyi korunmuş antik kenti durumunda. Kentte Kapitol Anıtı, Bereket Tanrıçası, Satürn Tapınağı, Merkür Tapınağı, amfi tiyatro ve hamamlar gibi çok geniş alanda ve çok sayıda kalıntı var.

Dhugga




Dhugga-Capitol






Dhugga gezisinin ardından akşam Tunus’un kutsal dini merkezi Kayravan’a hareket ediyoruz. Kayravan 670 yılında Araplar tarafından Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra islamiyetin dördüncü kutsal kenti olarak kurulmuş. Bununla birlikte, aynı yerde daha önce “Kamounia” isimli bir Bizans kenti olduğu da bilinir. Kent, zamanında büyük önem taşısa da, zamanla kavimler arası savaşlarla tahrip olmuş ve eski önemini yitirmiş. Kayravan bugün, sahip olduğu kutsal yapılarla Tunus’un başlıca turistik destinasyonlarından biri. Kentte turizmin yanında el sanatları, tarım ve hayvancılık da gelişmiş. Evlerin birçoğunun, Sidi Bou Said’deki gibi beyaz badanalı ve pencere çerçevelerinin mavi olması dikkat çekiyor.

Kayravan sokaklarında bir Türk kahvesi 
Kayravan sokakları

Kayravan, Oqba Camisi



Kayravan-Çarşı

Kent çarşısı çeşit çeşit el sanatlarına dayanan malzemeler satan dükkanlar, kahvehaneler, tatlıcılar, karmaşa, kalabalık ve gürültüyle Istanbul’daki Mısır Çarşısı’nın yan sokaklarına benziyor. Kentte camiler turistlerin ilgisini çekiyor.

Kayravan, Sidi Sahibi Mozelyum'da bir görevli
Biz önce “kentin patronu” olarak tanınan Sidi Sahibi’nin mezarını ziyaret ettik ve Kayravan’a bir de yüksekten baktık. Bu yapının hemen yanında Berber Camisi var. Berber Camisi Muhammed’in berberi el-Belaoni’nin  mezarının olduğu yer. Cami 7. yüzyılda yapılmış, 17. yüzyılda genişletilerek bugünkü biçimine getirilmiş. Cami çok güzel mermer işçiliğine ve süsleme sanatına sahip.

Kayravan-Berber Camisi

Kayravan-Berber Camisi
Berber Camisi’ndeki ince işçiliğe karşılık, daha büyük ve önemli Uqba Camisi’nin gayet sade bir yapısı var. Cami, ismini, kenti kuran Uqba bin Nafi el Fikri’den almış ve 7. yüzyılda yapılmış, ancak bir süre sonra yıkılmış, yaklaşık 200 yıl sonra, aynı yerde, bugünkü biçimiyle yeniden yapılmış. Uqba Camisi halen Magrip’teki en eski cami olarak kabul ediliyor. Bunların yanında bir de çarşı içinde Üç Kapılı Cami var ki başlıca özelliği üç kapısının üzerindeki kufi yazı ve çiçek desenli süslemeler.

Sbeitla'da seramik çanak çömlekler

Kayravan’da islam kültürüne ilişkin yapıları gördükten sonra, sıra Roma kültüründe: Sbeitla Kenti. Sbeitla, Roma kalıntılarıyla tanınan bir antik kent. Antoninus Kapısı, Roma tanrıları’ndan Jüpiter, Juno ve Minerva’ya adanmış Üç Tapınak, tiyatro, hamamlar, çeşmeler, Katolik Piskoposu Jucundus’a adanan Bellator Kilisesi, Jucundus Şapeli, vaftiz için dekore edilmiş Vitalis Kilisesi, eski bir pagan tapınağı olan Servus Kilisesi, Aziz Gervase, Aziz Protase ve Tryphon Kiliseleri… Bunların bazıları iyi korunmuş, büyük bölümü sadece temellere sahip durumda, ama gene de ilginç bir antik kent. Sbeitla’nın 1. yüzyılda inşa edildiği, çevresindeki zeytin ağaçları ile ticaretin kısa sürede geliştiği, 4. yüzyılda önemli bir hristiyanlık merkezi durumuna geldiği tahmin ediliyor.
Sbeitla-Roma döneminden kalıntılar
Sbeitla’da günü bitiriyoruz. Yarın Tuzer’de safari turumuz var. Tuzer’in 10.000 yıllık geçmişi olduğu biliniyor. Bugün ülkenin en önemli hurma palmiyesi ormanlarına sahip. Burada 4x4’lerle dağ tepe geziyoruz, arasıra dağ yollarında, taşlık yollarda yürüyerek palmiye ormanlarına dalıyoruz, zaman zaman bir kayanın tepesinden zümrüt gibi pınarlara rastlıyoruz. Çölü bilirdim ama vahayla ilk kez karşılaşıyorum. Şaşırtıcıydı.

Tuzer çölünde, aşağıda vaha!

Tuzer


Trekking’den sonra George Lucas’ın Star Wars filmini çektiği alana gidiyoruz. Star Wars’un daha geniş bir yerde çekildiğini düşünürdüm, fakat burası çölde hemen hemen bir dönümlük bir yer. Etrafta üç beş toprak kulübe, labirent gibi geçitler, bir iki de filmden kalan parça var, hepsi o. Ama buna rağmen, filmin ününden olmalı, turistlerin uğrak yeri haline gelmiş. Hele çöl rüzgarı estiği zaman dişlerimin arasına, gözlerime kaçan incecik çöl tozlarını düşününce, görmeye değer bir yer değil bence.

Tozeur: Tunus dünya hurma üretiminin büyük kısmını karşılıyor


Tunus’ta o kadar çok hurma üretimi yapılıyor ki, dünya talebinin önemli bir kısmı buradan karşılanıyor. Hurmayı tanıtmak için bir Palmiye Müzesi kurmuşlar. Müzede hurma palmiyesinin yetiştirilme süreci, hurmadan yapılan ürünler anlatılıyor, çeşit çeşit hurma ürünleri de satılıyor.

Douz'da bir köy



20 Mart Çarşamba günü Tuzer’den ayrılıp, Kuzey Afrika’nın en eski vaha kentlerinden Kebili’ye hareket ediyoruz; Çot el Jerid Tuz Gölü’nde biraz dinlendikten sonra “çölün kapısı” olarak adlandırılan Douz’a geliyoruz. Karşımda ucsuz bucaksız bir çöl var. Deve sahipleri çölün girişinde develeriyle turist bekliyorlar. Bizim gruptan da birçok kişi develere binip iki saat kadar süren turlara başladılar. Bana develerle yakıcı güneş altında çölde gezinti pek cazip gelmedi, otobüsün durduğu Turist Enformasyon Merkezi’nde oturup etrafı gezmekle yetindim. Safariciler dönünce Tunus’un güneyinde küçük bir Berberi kasabası olan Matmata’ya gidiyoruz. “Star Wars” film çekimleri burada da yapılmış ve çekimler için yaratılan mekan burada da korunmuş; geziyoruz, fakat görmeye değer fazla bir şey yok. Biraz dinlendikten sonra Cerbe adasına doğru yola koyuluyoruz ki, bugünün en güzel şeyi, Cerbe’ye gitmek olmalı!

Matmata'ya yaklaşırken

Matmata'da Star Wars'un çekildiği stüdyo



Cerbe adası (Djerba) 1513’te Oruç Reis’in fethettiği eski bir Osmanlı toprağı ve Kuzey Afrika’nın en büyük adası. Cerbe tipik bir Akdeniz adası. Mitolojiye göre, Homeros’un Odysseus’u gemisiyle bu adaya savrulmuş ve tüm adamlarını burada kaybetmiş…

Cerbe adasında balıkçılar
Cerbe adası-Gazi Mustafa Kalesi


Cerbe’nin nüfusu 400.000, alanı 538 kilometrekare.  Halkın çoğunun müslüman olduğu adada, sayıları giderek azalsa da, yahudi bir azınlık da var. Kahvaltıdan sonra Etnografya Müzesi’nde kısa bir gezintinin ardından  Gazi Mustafa Kalesi’ne gidiyoruz. Kale 1289’da Aragon ve Sicilya Amirali Roger de Loria tarafından inşa edilmiş.  1560’da 6000 kişilik bir İspanyol ordusu adayı Türk korsanlardan korumak amacıyla kaleye son şeklini vermiş. Ancak Türkler aynı yıl İspanyolları püskürterek kaleyi tekrar ele geçirmiş. Kale 1560-67 arasında da Turgut Reis’in emriyle, bölge valisi Gazi Mustafa Bey komutasına girmiş ve bu dönemde kaleye bir cami ve bazı ekler yapılmış.

Cerbe adası-Geleneksel Miras Müzesi

Cerbe adası-Etnografya Müzesi


Kaleden sonra Halk Sanatları ve Gelenekleri Müzesi’ndeyiz (Museum of Popular Arts and Traditions). Burada da geleneksel giysiler, takılar, seramik işçilikleri gibi çeşitli el sanatları ürünleri sergileniyor.

Cerbe Adası-El Ghriba Sinagogu'nda sohbet




Cerbe-El Ghriba Sinagogu'nda defterler

Cerbe adası-El Ghriba Sinagogu


Müze çıkışında, Hara Seghira isimli yahudi köyündeki El-Ghriba Sinagogu’na gidiyoruz. Tunus’un genelinde hakim olan mavi beyaz mimari burada da belirgin. Yahudi toplumunun Tunus’ta 2500 yıllık bir geçmişi varmış. 1967’deki 6 Gün Savaşı’ndan sonra ülkede yaşanan anti semitik hareketler sürecinde birçok sinagog gibi El-Ghriba da tahrip edilmişse de, Habib Burgiba derhal yahudi cemaatinden özür dilemiş ve zarar gören bölümler onarılmış. Ancak sinagog, yakın zamanlarda da bazı saldırılara uğramış.

Öğleden sonra Gabes üzerinden Sefakes’e (Sfax) hareket ediyoruz. Sefakes Tunus’un ikinci büyük kenti. Eski Roma kalıntılarının üzerinde kurulmuş olsa da, Roma’dan bugüne fazla birşey kalmamış. Burada çarşı gezisi ve Geleneksel Sanatlar Müzesi ziyaretinden sonra El Cem’e (El Jem) gidiyoruz.

Sfax

Sfax-Geleneksel Sanatlar Müzesi









Sfax çarşısı






Sfax çarşısı



















El Cem Kolezyumu 2100 senelik bir yapı ve dünyanın ikinci büyük arenası. Kolezyum, Roma krallarından Thysdrus’un bir eseri. O dönemde önemli bir ticaret kenti olan El Jem en parlak yıllarını 2 ve 3. yüzyıllarda yaşamış. Kentte kolezyum yanında, birçok göz kamaştırıcı yapı inşa edilmiş. Tunus’ta çıkarılan en güzel mozaik sanatı örnekleri de bu bölgeye aitmiş, ki bunların bir bölümü de Bardo Müzesi’nde sergileniyor.

El-Jem-Kolesyum

El Jem-Kolezyum
Sırada Monastır var. Monastır Tunus’un balıkçılık merkezi. Burada gezdiğimiz en önemli yapılar Monastır Kalesi ve Burgiba’nın anıt mezarı.

Monastır'da Habib Burgiba'nın anıt mezarı


Sırada Sousse ve Hammamet şehirleri var. Sousse’de büyük bir kervansaray gezdik. Sousse gibi küçük yerleşim yerlerine “casbah” diyorlar. Kelime Tunus’a özgü değil, Cezayir gibi bazı Kuzey Afrika ülkelerinde de kullanılıyormuş. Bizdeki “kasaba” da sanıyorum buradan geliyor. Arapça… Aklıma Deanna Kirk’ün “Take Down to Casbah”ı geliyor… Kervansarayda birçok açık ve kapalı çarşı (buna da “souk” deniyor) var. Kentin alış veriş merkezlerinden biri. Bir kenarında da cami var. Sousse’de bir de mozaik müzesi varmış ama gezemedik, Hammamet’e gittik.

Hammamet

Hammamet'te Atatürk Sokağı

Hammamet'te Filistin'e destek gösterisi

Hammamet


23 Mart. Sabah ilk işimiz yürüyerek kenti gezmek oldu. Hammamet ülkenin yüzme, su sporları ve turizm merkezi. Zaten temizliğinden turistik bir yer olduğu belli. her taraf palmiye ve yaseminlerle dolu. Binalar bakımlı. İnsanlar temiz. Havası ılık. Uçcuz bucaksız pırıl pırıl bir sahili var. Sürpriz: Kentin ana caddesine açılan sokaklardan birinin ismi “Mustafa Kemal Atatürk”. Yalnız, “Kemal”i biraz yanlış yazmışlar, onu da Dış İşleri’nin uyarması gerek. Mutlaka görmüşlerdir, ama…

Kartaca Müzesi

Öğleye doğru Kartaca’dayız. Kartaca İÖ 814’te kurulmuş bir Fenike kolonisi. Zamanında, Akdeniz ticaretinde önemli bir kentmiş. Bugün çok zengin bir arkeolojik buluntu alanına sahip. Buradan çıkarılan birçok heykel ve mozaik de Kartaca Müzesi’nde sergileniyor.
Kartaca Müzesi




Kartaca Müze alanı
Sidi Bou Said
Akşama doğru Tunus’taki ilk günümüzde gezdiğimiz Sidi Bou Said’e  geliyoruz. Amaç, gezide bir saatimizin bile boş geçmemesi! “Anı tazeliyoruz”… 

Kapı resimleri, hediyelik alış verişler, sohbetler... İlk gün kaçırdığımız sokaklara giriyoruz... Bir kahvede oturup küğnarlı çay içiyoruz… Ve sonra otele…

Bugüne kadar birçok islam ülkesi gördüm. Yemen, Suriye, Mısır, İran... Aralarında en temizi Tunus'tu. Belki en uygar olanı da... Gerçi İran'a haksızlık etmemeliyim, çünkü İran  dünyanın en köklü tarih ve kültürüne sahip ülkelerinden biri ve mola rejimine rağmen halk bugün de köklü Pers kültürünü yaşatıyor. Ama Tunus'ta hiç değilse kadınlar zorunlu olarak kapatılmıyordu. Bu da Atatürk hayranı Habib Burgiba'nın eseri olmalı.

Ertesi sabah 24 Mart. Dönüş için çantalarımızı toplayıp havaalanına gidiyoruz. Uçakta bir sürpriz daha: Fest Travel, bana bir doğum günü hediyesi hazırlamış. Lonely Planet’in “Tunus” kitabı! Hem hediye, hem de harika planlanmış Tunus gezisi için Fest’e teşekkür ediyorum.