|
Amsterdam'da en büyük kanallardan biri. Ama o kadar çok kanal var ki, isimlerini bilmiyorum! |
Hollanda’ya ilk
kez 1997 Ağustos’unda, İngiltere’deki Cropredy Müzik Festivali’nden dönüşte
uğramıştım. “Uğramıştım” diyorum, çünkü sadece iki-üç gün kalmıştım. Gerçi
epeyce gezdim, müzelere gittim, üstelik Amsterdam zaten küçük bir şehir, ama
aslında o kadar güzel ki, iki-üç hafta da kalınabilecek bir yer. Amsterdam’a
Manş’ın altından geçmiştik. Amsterdam’a gelince şehrin düzenine ve
sevimliliğine hayran kalmıştım. Önce hemen Rembrandtplein Meydanı’nda turizm
bürosuna başvurup otel buldum, sonra trenle otele yerleştim. Otelin merkeze
20-25 dakikalık bir mesafede olması canımı sıksa da, sürekli kamu ulaşım
araçlarının olması sorun yaratmamıştı. Üstelik otobüsler gayet dakik
çalışıyordu.
|
Kentin içi denebilecek bir yer burası. |
Şehrin en
hareketli yeri Rembrandtplein Meydanı. Ben de ilk buraya geldim, turizm
enformasyon bürosu da buradaydı. Büyükçe bir parkın başında görkemli bir
görkemli bir Rembrandt anıtı vardı. Gençler anıtın kenarına, banklara,
çimenlere oturmuş, kimi sohbet ediyor, kimi gitar tıngırdatıyordu. Tertemiz bir
parktı. Zaten Amsterdam, birçok Avrupa kenti gibi tertemiz bir yer. Üstelik
yeşil de. Binalar da bakımlı. Kanallar kenti burası. O kadar çok kanal var ki,
kaç kere yolumu şaşırdığım bile oldu. Ama tüm kanal yollarını, köprüleri gezip
görmek çok keyifli. Eski bir kent burası. Dört-beş katlı dar yapılar çok güzel korunmuş. Hem de boyası, dış cephesi, çok iyi bakımlı. Evlerin birçoğunda
perde olmazmış burada, çünkü kimse dönüp de içeri bakmazmış. Birçok evin önünden geçerken piyano, keman, çello sesleri duymak mümkün... Uygarlık bu
olmalı.
|
Başka bir kanal |
Şehirde trafik
çok fazla olsa da, bu daha çok kentin küçüklüğünden kaynaklanıyor. Eski kent
dokusu fazla değiştirilmediği için yollar dar, park alanları az. Buna
karşılık bisiklet kullanımı çok yaygın. Belediye birçok merkezdeki bisiklet
istasyonuna bisikletleri bağlıyormuş, kullanmak isteyen jeton ya da para atıp kiliti açıyor, bisikleti
de gittiği yerdeki istasyona bırakıp attığı jetonu, parayı geri alıyormuş. Aradan çok zaman geçtiği için şimdi durum ne, bilmiyorum, ama bisikletlerin paralı hale getirildiğini de sanmıyorum. Bunun dışında birçok kimsenin de
zaten kendi bisikleti varmış. Sokaklarda yürürken de bisikletliler bol bol
görüyorsunuz, arkasındaki sepette bir demet çiçek, veya birkaç torba yiyecek, bir ekmek, çanta...
|
Hafta sonunda kentli sahiplerini bekleyen tekneler |
Amsterdam’da o
kadar çok çiçekçi var ki. Hele akşam saatlerinde evine dönen insanlar çiçekçilere uğrayıp bir demet çiçek almadan edemiyor. Laleler, ayçiçekleri,
ortancalar, papatyalar, onlarca çeşit çiçek.
|
Bir çiçekçi dükkanı |
|
Çiçekçilik Amsterdam'da böyle işte! |
|
Çiçekçilerde en çok laleler var. |
Tabii,
ayçiçekleri deyince bana Vincent Van Gogh’u hatırlatıyor. Çocukluğumda
empresyonist resim sanatına meraklıydım, o yüzden de Van Gogh’la ilgili çok şey
okumuştum. Daha önce de Londra’da Queen’s Gallery’de birçok Van Gogh tablosunu
görmüştüm. Ama Amsterdam’da birkaç tablodan da öte, koskoca bir Van Gogh Müzesi
var. Hemen gittim. Tabii ki muhteşem tablolar. Arles’teki Yatak Odası, Kendi
Portresi, Ayçiçeği tabloları ve daha birçoğu... Bunları eskiden kitaplarda
görürdüm, fakat kocaman orijinallerini görünce reprodüksiyonların anlamsız
kaldığını anlıyorum.
Van Gogh
Müzesi’nden sonra hemen yakınındaki Rijksmuseum’a gittim. Zaten burası Müzeler
Meydanı olarak adlandırılıyor ve Rijksmuseum Hollanda’nın en büyük müzesi.
Rijksmuseum 1800’de Lahey’de açılmış, ancak bugünkü yerine 1880’de taşınmış ve
büyük ölçüde, “Hollanda Altın Çağı” olarak tanımlanan 1585-1702 dönemine ait
çalışmaları içeriyor. Müzede Rembrandt, Rubens, Vermeer gibi, aydınlanma
çağının birçok sanatçısına ait tablolar sergileniyor.
|
Vincent Van Gogh, "Almond Tree" (resmi wikipedia'dan aldım) |
|
Rembrandt, "The Nightwatch" (resmi wikipedia'dan aldım) |
Zamanım
kısıtlıydı, o yüzden müzenin tamamını gezemedim. Çıkınca, biliyorum, bu
müzelerden sonra gidilecek yer değil ama, gezgin olmak böyle birşey, gelmişken
her yeri görmek istiyor insan, ünlü Red Light District’e gittim. Herhalde oraya
uğramayan turist yoktur. Aslında oradaki eğlenceyi görmek için akşam
saatlerinde gitmek lazım, ama henüz gündüz vakti gitmeme rağmen öyle ürktüm ki,
herhalde akşam gitmeyi göze alamazdım. Tamam, merdivenlere oturmuş, müşteri
bekleyen çok güzel kızlar vardı ama genel olarak gördüklerim, itici,
ürkütücü geldi. Zaten çok sayıda göçmen ve nereden geldiği belli olmayan turist var çevrede, uyuşturucu kullanımı da yaygın, hatta bazı barlarda marijuana satışı bile serbest, etrafta insanlar "haşhaş ister misin" diye dolanıyor, koluma ne olduğu belirsiz bir şırınganın dokunmasından korktum.
|
Amsterdam kanallarından bir başkası |
Amsterdam gezim
çok kısaydı. Sindire sindire yaşamak için en az bir hafta kalmak lazım.
Kanallar arasında bol bol dolaştım. Metropollerin de yeşil olabileceğini,
kalabalık kentlerin de temiz tutulabileceğini, trafik sorununun üstelik çevreci
önlemlerle hafifletilebileceğini, sanatın günlük hayata girebileceğini,
gençlerin sokak ortalarında serbestçe, çekinmeden öpüşebileceğini, çiçeklerin
sadece cenazelere ve hastanelere gönderilmeyeceğini, evlere de, hem de sık sık,
götürülebileceğini, eski yapıların bozulmadan ve tertemiz korunabileceğini, insanların
sokaklarda meydanlarda müzik çalabileceğini, metropollerin betondan korunabileceğini gördüm.
|
Kent merkezine 20 dakika mesafedeki otelimin yolundan |
Şimdi bir fırsat
bulsam da, uçağa atlayıp, son zamanlarda merak sardığım Hollanda folk müziğini yerinde dinlemeye gitsem, kent kent dolaşsam.
No comments:
Post a Comment