Saturday, July 11, 2015

Hollanda


Amsterdam'da en büyük kanallardan biri. Ama o kadar çok kanal var ki, isimlerini bilmiyorum!

Hollanda’ya ilk kez 1997 Ağustos’unda, İngiltere’deki Cropredy Müzik Festivali’nden dönüşte uğramıştım. “Uğramıştım” diyorum, çünkü sadece iki-üç gün kalmıştım. Gerçi epeyce gezdim, müzelere gittim, üstelik Amsterdam zaten küçük bir şehir, ama aslında o kadar güzel ki, iki-üç hafta da kalınabilecek bir yer. Amsterdam’a Manş’ın altından geçmiştik. Amsterdam’a gelince şehrin düzenine ve sevimliliğine hayran kalmıştım. Önce hemen Rembrandtplein Meydanı’nda turizm bürosuna başvurup otel buldum, sonra trenle otele yerleştim. Otelin merkeze 20-25 dakikalık bir mesafede olması canımı sıksa da, sürekli kamu ulaşım araçlarının olması sorun yaratmamıştı. Üstelik otobüsler gayet dakik çalışıyordu. 

Kentin içi denebilecek bir yer burası.

Şehrin en hareketli yeri Rembrandtplein Meydanı. Ben de ilk buraya geldim, turizm enformasyon bürosu da buradaydı. Büyükçe bir parkın başında görkemli bir görkemli bir Rembrandt anıtı vardı. Gençler anıtın kenarına, banklara, çimenlere oturmuş, kimi sohbet ediyor, kimi gitar tıngırdatıyordu. Tertemiz bir parktı. Zaten Amsterdam, birçok Avrupa kenti gibi tertemiz bir yer. Üstelik yeşil de. Binalar da bakımlı. Kanallar kenti burası. O kadar çok kanal var ki, kaç kere yolumu şaşırdığım bile oldu. Ama tüm kanal yollarını, köprüleri gezip görmek çok keyifli. Eski bir kent burası. Dört-beş katlı dar yapılar çok güzel korunmuş. Hem de boyası, dış cephesi, çok iyi bakımlı. Evlerin birçoğunda perde olmazmış burada, çünkü kimse dönüp de içeri bakmazmış. Birçok evin önünden geçerken piyano, keman, çello sesleri duymak mümkün... Uygarlık bu olmalı.

Başka bir kanal
Şehirde trafik çok fazla olsa da, bu daha çok kentin küçüklüğünden kaynaklanıyor. Eski kent dokusu fazla değiştirilmediği için yollar dar, park alanları az. Buna karşılık bisiklet kullanımı çok yaygın. Belediye birçok merkezdeki bisiklet istasyonuna bisikletleri bağlıyormuş, kullanmak isteyen jeton ya da para atıp kiliti açıyor,  bisikleti de gittiği yerdeki istasyona bırakıp attığı jetonu, parayı geri alıyormuş. Aradan çok zaman geçtiği için şimdi durum ne, bilmiyorum, ama bisikletlerin paralı hale getirildiğini de sanmıyorum. Bunun dışında birçok kimsenin de zaten kendi bisikleti varmış. Sokaklarda yürürken de bisikletliler bol bol görüyorsunuz, arkasındaki sepette bir demet çiçek, veya birkaç torba yiyecek, bir ekmek, çanta...

Hafta sonunda kentli sahiplerini bekleyen tekneler
Amsterdam’da o kadar çok çiçekçi var ki. Hele akşam saatlerinde evine dönen insanlar çiçekçilere uğrayıp bir demet çiçek almadan edemiyor. Laleler, ayçiçekleri, ortancalar, papatyalar, onlarca çeşit çiçek.

Bir çiçekçi dükkanı

Çiçekçilik Amsterdam'da böyle işte!



Çiçekçilerde en çok laleler var.








Tabii, ayçiçekleri deyince bana Vincent Van Gogh’u hatırlatıyor. Çocukluğumda empresyonist resim sanatına meraklıydım, o yüzden de Van Gogh’la ilgili çok şey okumuştum. Daha önce de Londra’da Queen’s Gallery’de birçok Van Gogh tablosunu görmüştüm. Ama Amsterdam’da birkaç tablodan da öte, koskoca bir Van Gogh Müzesi var. Hemen gittim. Tabii ki muhteşem tablolar. Arles’teki Yatak Odası, Kendi Portresi, Ayçiçeği tabloları ve daha birçoğu... Bunları eskiden kitaplarda görürdüm, fakat kocaman orijinallerini görünce reprodüksiyonların anlamsız kaldığını anlıyorum. 

Van Gogh Müzesi’nden sonra hemen yakınındaki Rijksmuseum’a gittim. Zaten burası Müzeler Meydanı olarak adlandırılıyor ve Rijksmuseum Hollanda’nın en büyük müzesi. Rijksmuseum 1800’de Lahey’de açılmış, ancak bugünkü yerine 1880’de taşınmış ve büyük ölçüde, “Hollanda Altın Çağı” olarak tanımlanan 1585-1702 dönemine ait çalışmaları içeriyor. Müzede Rembrandt, Rubens, Vermeer gibi, aydınlanma çağının birçok sanatçısına ait tablolar sergileniyor.

Vincent Van Gogh, "Almond Tree" (resmi wikipedia'dan aldım)



Rembrandt, "The Nightwatch" (resmi wikipedia'dan aldım)

Zamanım kısıtlıydı, o yüzden müzenin tamamını gezemedim. Çıkınca, biliyorum, bu müzelerden sonra gidilecek yer değil ama, gezgin olmak böyle birşey,  gelmişken her yeri görmek istiyor insan, ünlü Red Light District’e gittim. Herhalde oraya uğramayan turist yoktur. Aslında oradaki eğlenceyi görmek için akşam saatlerinde gitmek lazım, ama henüz gündüz vakti gitmeme rağmen öyle ürktüm ki, herhalde akşam gitmeyi göze alamazdım. Tamam, merdivenlere oturmuş, müşteri bekleyen çok güzel kızlar vardı ama genel olarak gördüklerim, itici, ürkütücü geldi. Zaten çok sayıda göçmen ve nereden geldiği belli olmayan turist var çevrede, uyuşturucu kullanımı da yaygın, hatta bazı barlarda marijuana satışı bile serbest, etrafta insanlar "haşhaş ister misin" diye dolanıyor, koluma ne olduğu belirsiz bir şırınganın dokunmasından korktum.

Amsterdam kanallarından bir başkası


Amsterdam gezim çok kısaydı. Sindire sindire yaşamak için en az bir hafta kalmak lazım. Kanallar arasında bol bol dolaştım. Metropollerin de yeşil olabileceğini, kalabalık kentlerin de temiz tutulabileceğini, trafik sorununun üstelik çevreci önlemlerle hafifletilebileceğini, sanatın günlük hayata girebileceğini, gençlerin sokak ortalarında serbestçe, çekinmeden öpüşebileceğini, çiçeklerin sadece cenazelere ve hastanelere gönderilmeyeceğini, evlere de, hem de sık sık, götürülebileceğini, eski yapıların bozulmadan ve tertemiz korunabileceğini, insanların sokaklarda meydanlarda müzik çalabileceğini, metropollerin betondan korunabileceğini gördüm.

Kent merkezine 20 dakika mesafedeki otelimin yolundan




Şimdi bir fırsat bulsam da, uçağa atlayıp, son zamanlarda merak sardığım Hollanda folk müziğini yerinde dinlemeye gitsem, kent kent dolaşsam. 

No comments:

Post a Comment