Thursday, December 1, 2011

Tibet



11 Eylül 2010, China Air’le Katmandu’dan, Tibet’in Lhasa kentine uçtuk. Sonsuz gibi görünen Himalayaların, Everest’in üzerinden uçmak etkileyiciydi. Mavi beyaz, görkemli bir dağ silsilesi. Otobüsle havaalanından Lhasa’ya gidiş yolunda uçsuz bucaksız bozkırlardan, nehirlerden, sarı-turuncu-kırmızı yapraklı ağaçların arasından geçerken Kanadalı etnik müzisyen Lhasa’yı andım. Lhasa bu coğrafyanın müziğini yapıyordu ve yakın zamanda ölmüştü, gencecik. Uçaktan indikten sonra herkesin üstüne bir ağırlık çökmüştü. Sebebi, 5.000 metrelik rakım. Otele gelince resepsiyonda hepimizin tansiyonu, nabzı ölçüldü, herkesinki yüksekti. Odalara oksijen tüpü ve buhar makineleri konmuş, buhar makinesini çalıştırıp, oksijeni burnuma bağladım, 15 dakika kadar uzandım: Nabzım 110’dan 90’a düştü. Artık iyi hissediyorum, ama aslında Türkiye’de nabzım 70-75 benim. Akşam olmuş, bugün gezi yok, yemek yenip yatılacak, yarın Potala sarayı gezisi var. Daha ilk akşamdan, Tibet yemekleri hakkında fikir edinmek mümkün. Zaten burada, yüksek rakımın sonucu olan oksijen azlığı nedeniyle sebze meyve pek yok. En önemli gıdaları yak eti. Yak, öküz-manda benzeri bir hayvan. Vejeteryanlar için zor yer. Peki, çay, derseniz, evet Tibet’te çok çay içiyorlar, ama Rize çayından biraz farklı, çaya tereyağı ya da yak yağı koyuyorlar. Neyse ki yemek düşkünü değilim.



Tibet’e ayak basar basmaz en dikkat çekici şeyleren biri, dua bayrakları. Gerçi Nepal’de de çoktu ama burası biraz abartmış. Dua bayrakları beş renkte ve yaratılışın beş temel ögesini temsil ediyormuş: Kırmızı: ateş. Beyaz: hava, rüzgar. Yeşil: su. Mavi: gök. Sarı: toprak.



Tibet, esasında bağımsız bir devlet değil, Çin’in bir özerk bölgesi. Nüfusun yaklaşık %60’ı budist, %30’u ateist. “Ülke”yi dini lider Dalay Lama yönetiyor. Dolayısıyla bir din devleti. Ama bu durum asla yadırganmıyor, çünkü hem bağımsızlık mücadelesi Dalay Lama’ların önderliğinde yapılıyor, hem de halk, rejimi tamamen benimsemiş durumda. Nitekim, insanlar o kadar dindar ki hemen her ailede bir rahip var. Zaten Lhasa, “tanrının yeri” demekmiş. Çoğunluk, elinde dua makaralarıyla yürüyor. Sokaklarda yere yatıp kalkarak, adeta sürünerek yürüyen, ibadet eden insanlar var. Doğru dürüst çalışan kimse, iş alanı yok. Çin son yıllarda kendi endüstriyel büyümesinin çöplüğü olarak kullanıyor Tibet’i, örneğin nükleer atıklarını uçcuz bucaksız Tibet topraklarına gömüyor, buna karşılık da köylere kadar yol, su, elektrik hizmeti götürüyor.



Lhasa'da sabah erkenden Jokhang Manastırı’na giderken, ellerinde dua makaralarıyla meydana doğru yürüyen yüzlerce Tibetliyi görünce şaşırdım. Şaşırdım, çünkü anladım ki, bu insanların o saatte yapacak başka işleri yok, sanki herkesin tek mesleği tapınmak! Dua makaraları, üzerinde dualar yazılı olan, kimi 30 santim, kimi daha uzun, hatta 90 santime kadar sapı olan şeyler. Otobüsten inip manastıra doğru yürürken ilk fotograf çekme girişimlerim hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor, çünkü insanlar kadraj oluşturmak için 2-3 saniye bekleyip de fotograf çektiğimi fark edince aksi aksi bakıyor ve yüzlerini kapatıyorlar: Tibet budistlerine göre yüzün suretini çıkarmak, ruhunu satmak anlamına geliyormuş ve günahmış. Tabii ki insanlara saygı gösteriyorum, ama e ben de turistim ve muhtemelen bir daha bu topraklara gelemeyeceğim. Dolayısıyla, haklılar, benim yüzümden günaha girmesinler diye, daha sonra fark ettirmeden çekmeye karar verdim. Jokhang, eski Lhasa’da 674 yılında yapılmış en eski iki manastırdan biri. Manastırda, söylenenlere göre, zamanla o kadar çok değişiklik yapılmış ki, orijinal halinden, bugüne fazla birşey kalmamış. Ancak tarih boyunca da kullanılmış. Jokhang bugün 25.000 metrekare alan kaplıyor.





Manastırın hemen önünde büyük bir kalabalık var: Tibet budistleri toplu halde ibadet yapıyorlar. Müslümanlardaki namaz gibi bir ibadetleri var, ancak Tibetlilerinki fiziki olarak biraz daha ağır. Yere battaniye gibi kalınca bir örtü seriyorlar, genellikle ellerine takunya benzeri tahtalar takıp, galiba 109 defa, yere yatıp kalkarak dualar okuyorlar. Takunyalar ellerinin yaralanmasını önlüyor. Bazıları, ki özellikle yollarda da namaz kılarak yürüyenler, vücutlarının da yaralanmasını önlemek üzere, önlerine, önlük gibi, kauçuk veya lastik muhafaza geçiriyorlar, dizlikler takıyorlar.



Şehirdeki binalarda gördüğüm mimari yapı manastırda da dikkatimi çekiyor: Tibet’te binalar az katlı, genellikle beyaz, kireç boyalı, pencerelerin çerçevesi siyah, ve binalar yerden yukarıya doğru dik değil, 5-10 derece kadar içe doğru eğimli. yani binanın taban oturum alanı, çatı alanından biraz daha büyük. Deprem ve başka nedenlerde binaların yıkılma riskini azaltmak için geleneksel olarak böyle yapılıyormuş. Jokhang Manastırı da aynı yapıda. Avlu iğne atsam yere düşmeyecek kadar kalabalık. Oysa turist de fazla yok burada. Zaten Tibet’ta turizm çok zayıf, yeterince havaalanı, otel, lokanta yok. Yani kalabalığın büyük kısmı yerli halk. Hergün buraya hacı olmaya geliyorlar. Daha doğrusu, önce manastır ziyareti, o arada manastırın dışında toplu ibadet, sonra da manastır çevresindeki yolu tek yön olarak yürümek. Tabii hazır gelmişken, Istanbul’da biriken günahlarımdan arınma fırsatını da değerlendirmek için, hac yolunda da yürüdüm. Lhasa’nın nüfusu 370.000’miş. Sadece Jokhang alanı ve etrafındaki hac yolunda, abartmayayım ama, binlerce Tibetli gördüm.





Bu arada, başta Jokhang olmak üzere, önemli tapınak yerlerinde Tibet üzerindeki Çin baskısı da hemen dikkat çekiyor. Çin yönetimi, Tibet özerk bölgesinde halkın dinle çok içli dışlı olmasından rahatsız. Bunda en önemli faktör, Tibetlilerin bağımsızlık mücadelesinin dini lider, yani Dalay Lamalar tarafından yürütülmesi. Bu yüzden de o mesela o koskoca hac yolu boyunca, birçok binanın çatısında elleri silahlı Çinli askerler halkı gözlüyor. Gene, Jokhang alanında, ki bir futbol sahası kadar bir geniş, insanlar manastırdan içeri girmek için, namaz kılmak, dua etmek, hac yoluna geçmek için meydanda beklerken, üç-dört manga Çinli asker, ortada hiç sebep yokken, kalabalığı yararak rap rap rap yürüyüş yapıyor, üstelik bunu neredeyse yarım saatte bir tekrarlıyor. Tek amaç milleti tedirgin etmek, Jokhang’ı Tibetlilerin ilgi alanından uzaklaştırmak. Aynı engellemeler, daha önemli olan Potala Sarayı için de geçerli. Hatta öyle ki, Potala’ya randevu alınarak girilebiliyor, ziyaret saatleri sınırlı ve randevuyu kaçırırsanız tekrar girme şansınız yok, dahası, yanlış anlamadıysam, randevu alırken isimler kaydedildiği için, mesela iki gün üstüste girmenize izin verilmiyor. Hatta, ziyaret sırasında, turistlerden pasaportlarını göstermeleri istenebiliyor. Dahası, ülkeye girip çıkarken yapılan bavul aramalarında, üzerinde Tibet, Dalay Lama ya da benzer şeyler yazan kitap, t-shirt gibi malzeme bulurlarsa sorun çıkartıyorlar, örneğin çıkarıp atıyorlar, veya daha kötüsü, Tibet’e sokmuyorlar. Çünkü Çin yönetimine göre, Dalay Lama vatan haini ve zaten hakkında tutuklama kararı olan biri. Zaten Dalay Lama da Tibet dışında, muhtemelen Hindistan veya Nepal’de, bilinmeyen bir yerde yaşıyor ve mücadelesini dışarıdan yürütüyor.



Yemekten sonra Potala Sarayı’ndayız. Potala Sarayı Tibet’te yönetimin merkezi, Dalay Lama’ların sarayı (Dalay Lama, bir kişinin ismi değil, baş rahiplere verilen isim, her yeni dini lider, yeni bir Dalay Lama), en büyük ibadet yeri, görkemli, şehrin her yerinden görülebilek bir yapı. Yapımına 7. yüzyılda başlanmış, sürekli yapılan eklemelerle bugünkü haline gelmiş. Çok büyük ve yüksek olmasına rağmen, yapımında kullanılan malzeme ahşap, toprak/kerpiç ve kurutulmuş, sıkıştırılmış, bağlanmış kamış benzeri bitki sapları. Duvarlar çoğu yapıda olduğu gibi beyaz kireç, pencere çerçeveleri siyah.



Potala Sarayı’na onlarca basamak merdivenden çıkarak ulaştığınız zaman adeta dizleriniz titriyor. İçeride her taraf Buda ve diğer dini figürlerin heykelleriyle dolu, rengarenk, bol tütsü ve yak yağından yapılan mum kokulu. Koku, rahatsız edecek kadar ağır, ama alışılıyor. Budist tapınakları bana her yerde fazla renkli gelir, burada da öyle, insan yüzlercesinin içinde bir tane olsun sade döşenmiş oda arıyor. Temiz de değil ayrıca. O kadar toz var ki sıraların, heykellerin üzerinde. Ortalıkta kağıt paralar, plastik çiçeklerle yapılmış süslemeler, oraya buraya bırakılmış naylon torbalar... Mesela Istanbul’da Ayasofya’nın, Sultanahmet Camisi’nin sadeliği, görkemi ve temizliğiyle karşılaştırınca, Potala, görkemine, bağımsızlık mücadelesinin yönetim merkezi olarak misyonuna ve gördüğü onca ilgiye rağmen, daha estetik olmayı hak ediyor. Ama, tabii ki ilginç ve Tibet’te ilk görülmesi gereken yer burası.

Gün yorucucu geçti ama akşam müzikli yemek var. Ey yüce Zeus! Yemekten umudum yoktu zaten, ama ne günah ettim sana ki müzik bu kadar dayanılmaz! Ne müzik, ne dansçıların performansı izlemeye değer, ama dedim ya, burası bir turizm ülkesi değil, bazı şeyler özensiz. Fakat zaten öteki uzakdoğu gezilerimden biliyorum, buraların ilginç sesleri var aslında. Hani bir Jan Garbarek dinleyince nasıl kendimi Norveç'te hissediyorsam, Tibet'i hissettiren müzikler de var. Bunlardan biri Soname. Döndükten sonra bir televizyon programında dinledim, bu, dedim, Tibet'in sesi, başka birşey olamaz... Ki, öyleydi:


Lhasa’dan, uçsuz bucaksız bozkırın içinden önce Gyantse, sonra Şigatse’ye gidiyoruz. 6000 metrelik tepelerin eteklerinde, 4800-5000 metre rakımda yolculuk yapıyoruz. Rakım sorun yaratmadı. Yeşim Gölü’nün etrafındaki tepelerde mola verdik. Göl gerçekten yemyeşil. Etrafındaki tepelerde yaklar otluyor. Konakladığımız yerde oraya buraya milyonlarca dua bayrağı asılmış. Bu bayrakların eskidikleri zaman ne yapıldığını merak ediyorduk, toplanıp bir manastıra götürülüyor ve orada saklanıyormuş. Muhtemelen sonra da atılıyor, ama yadırganacağı için söylenmiyordur. O kadar çok dua bayrağı var ki binalarda, damlarda, dağlar da tepelerde, hepsini saklayacak yer bulmak mümkün değil! Yahut da asıldıkları yerde, rüzgar, yağmur, güneş, çürütüyor olmalı hepsini. Zaten çoğu eprimiş ve solmuş. Konakladığımız yer turistlerin uğrak yeri. Yerli halk yakları süslemiş, sahipleri yerel giysileri ile poz verip resim çektiriyorlar ve ısrarla para istiyor, vermeyenin peşinden koşuyorlar. Şehirlerde böyle değil, dediğim gibi, yüzlerini kapatıyorlar fotograf çektirmemek için, ama burada bir iş olmuş poz vermek.





İlk durağımız Gyantse, Çin etkisinin nispeten az olduğu, az gelişmiş, otantik bir Tibet kenti. Ama sanılmasınki diğer Tibet şehirleri otantisitesinden çok şey kaybetmiş, hayır, hepsi birbirine çok benziyor. Sadece Gyantse’de Çin askeri fazla göremedik, nüfusu az ama geniş bir alana yayılmış bir kent. Gyantse Kalesi ve Kumbum Stupası ve Pelkor Manastırı görmeye değer yerler arasında.

Pelkor Manastırı Gyantse’nin en önemli yapılar topluluğu, bir bakıma külliye. Pelkor yaklaşık 700 yıllık bir tapınak. İçeride çok sayıda Buda heykeli ve başka dini figürler var. Külliyeye eklenen en önemli yapı sekizgen formdaki Kumbum Stupası 35 metre yüksekliğinde. Stupadaki birçok heykel Çin’in kültür devrimi sırasında tahrip edilmiş, ancak duvar resimleri korunabilmiş.


Manastırda çok sayıda rahip ve rahip adayı var. Rahip ve adayların giysileri farklı, rahipler bordo renk giyerken, adaylar daha açık, ya da turuncu giyiniyor. Burada ve aslında tüm Tibet sokaklarında dikkat çeken bir şey de, sarışın mavi gözlü rahip adayları! Bunlar Avrupa ve Amerika’dan Tibet’e gelip rahip olmak isteyen gençler. Gerçi gençler diyorum ama, çok eskiden gelip buraya yerleşmiş, ileri yaşlarda batılılar da varmış. Nepal ve biraz Hindistan’da da görülebiliyor batılı budistler. Endüstri toplumunun açmazlarından kurtulmak için maneviyata dönmeye karar veren gençler bunlar. Klasik sebep: Mutluluk arayışı. İçlerinde, çok zengin oldukları halde, malını mülkünü bırakıp, buralardaki manastırlarda “meditasyona dalarak, maddiyatın tahribatından -günahtan- arınıp yeniden doğuşa yönelen”ler, veya sürekli olarak oraya yerleşmeseler de, her yıl bir veya birkaç kez, kendilerini manastırlara kapatıp rahatlamayı amaçlayan, daha sonra ülkelerine geri dönenler de var.



Gyantse’den, gene bozkırın içinden, son durağımız Şigatse’ye gidiyoruz. Buradaki en önemli gezi yeri Tashilhunpo Manastırı. Bu şehirde herkes rahip. Herkesin üstünde Bordo, kırmızı, turuncu giysiler!



Sokaktan Tashilhunpo’nun bahçesine giriyoruz. Manastır geniş bir alana yayılmış, uzaktan bakınca sanki üstüste onlarca yapıdan oluşuyormuş gibi. Kompleksin, estetik olarak çok güzel bir dış görünüşü var. Bütün yapılar beyaz ya da açık kahverengi. Galiba bir gösteri veya tören var, avluda, ellerinde yüzlerinde maskelerle rahipler geçiyorlar.



Çıkınca, manastırın dışında sokakta uzun bir pazar var, hediyelik eşyalar, giysiler, meyveler, birkaç elma ve muz aldım, günlerdir açım! Elmaları çok güzel ama. Bizim Amasya gibi, ama daha lezzetli ve sulu. Tibetli kardeşler paraya önem vermiyorlar ama, turistik eşya fiyatları epey yüksek, daha doğrusu, maliyetlerini bildiğim için, aşırı bir kar marjıyla satıyorlar. Bir de, antika, eski diye sattıkları birçok şey aslında eski değil, eskitilmiş! E ama onlar da haksız sayılmazlar, para lazım.





Dönüş yoluna başladık. İstikamet Lhasa. Aynı yoldan dönüyoruz, Himalayalar’ın eteklerinden, Everest’in dibinden... Ertesi sabah Tibet’ten ayrılıyoruz. Uçaktayız, pilot, isteyenlerin sağ taraftaki koltuklara geçip Everest’in resmini çekebileceğini anons etti. Uçağın düşmediğine hayret ettik: Herkes sağa hücum etti! Everest, Himalayalar, göz alabildiğine uzanan bozkırlar, rengarenk Tibet halkı, sonsuz mistisizm, sessizliğin sesi büyüleyiciydi.

1 comment:

  1. Keske bende gidebilsem.. En cok gormek istedigim yerlerin basinda geliyor. Kimbilir belki birgun ;-) Emek ve anlatim icin tskler.

    ReplyDelete