Friday, September 5, 2014

Litvanya, Latvia, Estonya: Baltık Ülkeleri


Litvanya'da Haç Tepesi'ne mutluluk dilemeye gelen yeni evli bir çiftin nedimeleri, arkadaşları onları beklerken. 

14 Temmuz 2014’te Estonya’da Riga Havaalanı’a inip bir saat kadar uçakta bekledikten sonra Litvanya’ya uçtuk ve Vilnius Havaalanı’na  geldik. Vilnius’ta serin bir havayla karşılaştım ve bu hava tur boyunca da sürdü. Aslında sık yaptığımız birşey bu. Bugüne kadar genellikle Bodrum ya da Istanbul kışından kaçıp sıcak yerlere giderdim. Bu kez tersi oldu, ama, burada da mevsim atlamış oldum: Bodrum’un 35 dercelik sıcak yazından Litvanya’nın 16-18 derecesine uçtum! Aslında en sevdiğim hava 18-25 derece arasındaki, ama Litvanya’da ve arkasından gezdiğim Latvia ve Estonya’da hava genellikle kapalı, zaman zaman rüzgarlı ve hemen hergün, değişik sürelerle yağmurluydu. O zaman da gezmek biraz zorlaşıyor tabii. Üstelik bu “güzel” hava, Baltık ülkelerinin “high season”ı Temmuz-Ağustos’da böyleymiş. Onun dışında yağmur, rüzgar ve -10 dereceye düşen, kış aylarında gündüzlerin 2-3 saate kadar kısaldığı hava koşulları huzurlu yaşamayı güçleştiriyormuş. Halk, yazdan sonra havalar birden kapanıp soğuduğu için Aralık-Ocak aylarının gelmesini iple çekiyormuş: Sebebi, hiç değilse kar yağsın da ortalık biraz beyazlaşsın! Bunalımlı hava yüzünden de intihar oranı çok yüksekmiş.

Baltıklarda insanlar yalnızlıktan yakınıyor. Estonya'dan bir instagram arkadaşım duvara bir yazı yazmış, "Together is the New Alone"



Litvanya, Latvia ve Estonya’nın tarihi 5000 sene öncesine dayanmakla birlikte, eski dönemlerle ilgili fazla bilgi yok. Yakın dönemde ise, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1945’te Sovyetler’e katılan üç ülke, 45 yıllık Sovyet yönetiminin ardından, 1980’lerde  bağımsızlık mücadelesine başlamış, son olarak 1989’da 2 milyon  Litvanyalı, Latvialı, Estonyalı üç ülke sınırı boyunca el ele tutuşarak “insan zinciri” oluşturmuş ve bağımsızlık taleplerini tekrarlamışlar. Üç Baltık ülkesi 1990’ların başlarında da bağımsızlıklarını kazanmış ve ülkelerinde komünist parti kurulmasını yasaklamışlar. Bağımsızlık mücadelesinin anısına yapılan anıtlar ve posterler bugün üç ülkede de görülebiliyor.

Litvanya, Latvia ve Estonya halkının Sovyetlere karşı barışçı direnişi: Üç ülke boyunca 2 milyon Baltıklı el ele

İklimin zorluklarına karşılık, Baltık ülkeleri yemyeşil ve tertemiz. İnsanlar birbirine saygılı, sokakta gördüğüm kadarıyla geniş bir orta sınıf var. Gelir düzeyi düşük gerçi ama her ailede bir’den çok kişi çalıştığı için fiyatlarla baş edebiliyorlar. Aslında Wikipedia bilgilerine göre fert başına ortalama gelir üç  ülkede de yıllık 18.000-20.000 dolar olsa da, geniş orta sınıfın eline geçen çok daha az. Bir öğretmen maaşı aylık 400 dolar kadarmış, ki o da yıllık 5.000 dolar eder. Ortalama gelirin yüksek olmasına yol açan şey ise, 1990’ların başında Rusya’dan koparak bağımsızlık kazanan bütün ülkelerde, özelleştirmeler sonucu çok yüksek gelirli oligark sınıfların oluşması.


Havadan Litvanya







Latvia, Riga'dan











Estonya'nın merkezi Tallinn'de Eski Kent'in hemen yanındaki parktan.


Marketlerdeki gıda fiyatları, Türkiye’dekiyle karşılaştırıldığında, başta peynir ve balık olmak üzere bazı ürünler daha ucuz olsa da, diğer ürünlerde hemen hemen aynı düzeylerde. Bu da halkı geçim sıkıntısına sokuyor. Buna karşılık, bu ülkelerde ilk ve orta öğrenim ücretsiz ve vergiler çok düşük, kamu hizmetleri de oldukça ucuz, hatta örnek vereyim, kamu ulaşım araçları ücretsizmiş.

Baltık ülkeleri bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Avrupa Birliği’ne girmiş ve hızlı bir ekonomik kalkınma yaşamış. 2000’lerin başlarında son yıllarda yabancı sermaye Baltık’lara yatırımlar yapmaya başlamış, ayrıca AB’den sağlanan fonlarla eski yapılar çok güzel restore edilmiş, ülkelerin çehreleri değişmiş. Bugün bölge ekonomisinde tarım ve hayvancılık, metal işleme ve makine endüstrileri, madencilik ve turizm önde görünüyor.

Bu da Litvanya'nın başkenti Vilnius'da şehrin kalkınan yeni bölgesi. Resimdeki bina Elektrik İdaresi.


Üç ülke de coğrafik olarak zaten çok güzel. Daha uçakla inişe geçerken gördüğüm manzarası Estonya şöyleydi: Her taraf yemyeşil orman, aralara açılan yerleşim alanlarında yirmişer, otuzar kırmızı çatılı evler serpiştirilmiş, havası tertemiz, suyu bol ve temiz, pırıl pırıl bir yer. Bölgede, değil dağ, tepe bile yok. Dümdüz bir coğrafik yapı var. Yanlış hatırlamıyorsam, en yüksek yer Estonya’da ve 318 metrelik bir rakım’a sahip. O yüzden de çok fazla bisikletli, hatta bazı yerlerde de “ginger”lılar var.


Estonya'nın başkenti Tallinn'de ginger'lılar




Yarım litre bira 1 Euro'dan ucuz, ama bira birşey değil,
 gündüz vakti sokaklarda Johnnie Walker şişesiyle 
şakalaşan gençler gördüm
Baltık halkı gayet eğitimli, tertemiz, ama bütün kuzeyliler gibi çok fazla içki içiyorlar. O da iklimin yarattığı bunalımdam kurtulmak için olsa gerek. Eğitim düzeylerinin yüksek olmasında,  kırkbeş yıl Sovyet yönetiminde kalmış olmanın da rolü vardır sanıyorum. Ayrıca gençlerin hemen hepsi İngilizce biliyor.

Üç Baltık ülkesinde de hristiyanlık öncesinde pagan inanışı hakimken, bugün katolik inancı yerleşmeye başlamış, ancak özellikle Estonya’da çok sayıda pagan ve ateist var.

Baltık mutfağında da ortak özellikler gördüm. Balık hepsinde önemli yer tutuyor. Ayrıca domuz, sığır, geyik eti, Estonya’da ayrıca kan sosisi ve az miktarda ayı eti de tüketiliyormuş. Pancar çorbası, bira çorbası, bezelye çorbası yaygınmış. Harika peynirleri var. Hele füme peynirleri, lezzetinin yanında Türkiye’dekinin üçte biri fiyatıyla hemen ilgimi çekti. Yerli tahıllardan  yaptıkları, çok çeşitli, hatta siyaha yakın, esmer ekmekleri var. Estonya’nın Kalev çikolataları diğer Baltık kentlerinde de her yerde yaygın. Çikolatada sütlü, siyah gibi çeşitlerin yanında bol bol marzipan da var. Sokaklarda ise atıştırmalık olarak karamelli, vanilyalı, portakallı bademler satılıyor. Üç ülkede de,  güneşin cimri davranması yüzünden fazla sebze meyve yetişmese de, elma, yaban mersini ve ahududu çok fazla, ayrıca pembe domates dahil, Türkiye’de yediğimiz hemen her sebze meyve Akdeniz ülkelerinden ithal edilerek tüketiliyor. Domates biber patlıcan kabak salatalık fiyatları Bodrum pazarının biraz, Istanbul Acıbadem pazarının yüzde elli, Kadıköy Çarşı’nın daha da fazla altında.

Bu pazar Latvia'dan. Herşey var, fiyatlar bize göre biraz ucuz, ama Latvialılar için o kadar değil.

Baltıklarla ilgili genel gözlemlerin arkasından, ülke ülke izlenimlerime geçiyorum.

Litvanya
Litvanya'da sık sık rastladığımız bir düğün töreni


Litvanya’nın 5000 yılık pagan bir geçmişi olduğu biliniyor. İS 800’lerde Viking istilasına uğramış, 1236’da Mindaugas hristiyanlığı kabul ederek kendisini kral ilan etse de, toplum başlangıçta bu durumu kabul etmemiş ve Mindaugas’ı öldürmüş. Ancak Litvanlar, Litvanya Grandüklüğü yönetimi altında 1387’de bir kez daha hristiyanlığa adım atmış, Polonya’yla ilişkilerini güçlendirmiş, 1700’lerde ise Polonya’nın parçalanmasının ardından Rusya’ya katılmış. Litvanya Birinci Dünya Savaşı’nda Alman işgaline uğrasa da 1917’de bağımsızlık ilan etmiş, ancak savaş sonuna kadar Alman egemenliğinden tam olarak kurtulamamış. İkinci Savaş sonrasında ise Sovyetler Birliği’ne katılan Litvanya, 1991’de halkın büyük bir dayanışmasıyla yeniden bağımsızlığını kazanmış, 2004’te de Avrupa Birliği’ne katılmış.

Katedral Meydanı'nda Kral Mindaugas
Litvanya’nın 3 milyon nüfusunun 540.000’i başkent Vilnius’ta. Geçmişteki Polonya etkisiyle, nüfusun beşte biri Polonyalı’ymış. Halkın %80’i Katolik.

Neris nehri Vilnius’u ikiye ayrılmış. Turistik yerler ve eski kent güneyde kalmış. Kuzey ise daha çok iş merkezi. Şehrin en ilgi çekici yeri Eski Kent, ki bu bölge sayesinde UNESCO 2009’da Vilnius’u “Dünya Kültür Başkenti” seçmişti.

Vilnius Katedrali

Otele giderken yol kenarlarındaki ağaçlar dikkatimi çekti. Elma ağaçları. Litvanya’da o kadar çok elma ağacı var ki, elmalar yerlere dökülüyor. Bizdeki yaz elması gibi ufak, genellikle sarı, bazan alacalı elmalar. Otele yerleştikten sonra ilk işimiz çıkıp yakındaki kilisenin bahçesinde gezmek ve Neris nehri boyunca yürümek oldu. Neris kıyısından yürümek eski ve yeni kent arasındaki farkı görmek için de ilginçti. Kuzeyde yeni, modern binalar varken, güneyde kentin simgelerinden ve kaleden kalan tek parça olan kıpkırmızı Gediminas Kulesi’ni ve birçok katedrali, eski yapıyı uzaktan da olsa görebildik.

Gediminas Kulesi 
Akşam, ertesi gün daha fazla gezeceğimiz Katedral Meydanı’nda dolaştık ve Vilnius’un kafe ve barlarıyla dolu Stikliu Sokağı’na gittik. Stikliu’yu gruptaki herkes Istanbul’un İstiklal Caddesi’ne benzetse de, ben İstiklal’in bakımsızlığını ve son on yılda, hele son iki üç yılda ne hale geldiğini iyi bildiğim için, Stikliu’ya haksızlık yapmak istemedim. Aslında Avrupa’da birçok ülkede kafe, bar, restoran, pub, müzikli yerler gibi eğlence yerlerinin, sergi salonlarının, küçük hediyelik ve dekoratif eşya dükkanlarının yer aldığı benzer sokaklar, caddeler var. Stikliu da aynı fonksiyonda bir bölge; kimse kimseyi rahatsız etmeden yürüyor, sohbet ediyor, fotograf çekiyor, yerlerde çöp yok, binalar tertemiz, zaten birçoğu restorasyondan geçmiş, gençlerin ve orta sınıfın ilgi gösterdiği hoş bir sokak ve İstiklal'in keşmekeşliğinden hayli uzak, nezih bir yer.

Stikliu Sokağı'nda Eğlenenler

Ertesi gün 15 Ağustos ve “Assemption Day”. Katolik inancına göre Meryem’in gökyüzüne yükseliş günü ve Litvanya’da tatil. Eski Kent’e doğru yola çıkıyoruz.   Ama ilk durak Subaciaus Hill. Vilnius’a birazcık yukarıdan bakan bir yer. Yukarıda da yazdığım gibi Baltıklar dümdüz bir coğrafya, dağ tepe falan yok, ama işte kenti biraz panoramik ve hafif yüksekten gördüğü için Subacasius’a “tepe” sıfatını vermişler! Subacasius’un özelliği “Love Locks”, yani aşk kilitleri. Sevgililer ve yeni evliler buraya gelip demir parmaklıklara, üzerinde isimlerinin yazdığı, “aşkımız hiç bitmesin..” kilitleri asıp anahtarını da atıyorlar. Zaten Baltık’ta, hatta galiba orta Avrupa’da, siyah takım elbiseli damat ve gelinlikleriyle kızların evlenirken büyük parklara ya da saray, kale gibi tarihi önemi olan güzel yerlere birlikte gidip bir işaret bırakmaları sık rastlanan birşey. Buna benzer aşk kilitlerini başka Avrupa kentlerinde de görmüştüm.

Subacasius Tepesi'nde Aşk Kilitleri

Meryem'in Göğe Yükselişi için kutlanan bayram gününde her yer çiçekçilerle doluydu

Şimdi Eski Kent zamanı... Subacasius’dan dönünce Eski Kent girişine doğru geliyoruz. Her yerde çiçekçiler var. Baltıklarda çiçekleri zaten çok seviyorlar, çok sayıda çiçekçi var ve bazan akşam 12’ye kadar açıklarmış, üstelik bugün bayram olduğu için yerlere tezgah açanlar da var. Güllerden kasımpatılardan tut da kurutulmuş kır çiçeklerine kadar ne istersen var. Çiçekçilerin arasından Dawn Gate’in (Şafak Kapısı) altından geçerek Eski Kent’e giriyoruz. Bağımsızlık öncesinde bakımsız olan hemen hemen bütün yapılar restore edilmiş, kiliseler, katedraller, birçok barok yapı, orijinalina bağlı kalınarak elden geçirilmiş. Eski Kent'in ana caddesi Pilies Caddesi. Etraf müzeler, sergi salonları, kafeler, pub’lar, restoranlar, 400-500 yıllık yapılar, sokak satıcıları, sokak müzisyenleri, sokak ressamlarıyla dolu. Paskalya, Noel gibi günlerde kutlamalar burada yapılıyormuş. Pilies’in hemen karşısında Vilnius’un en merkezi yeri Katedral Meydanı’nda kocaman bir katedral, kütüphane ve çan kulesi (Bell Tower), önemli tarihi kişilikler olan Mindaugas ve Gediminas’ın heykelleri var.

Eski Kent'te St Nicholas Rus Ortodoks Kilisesi


Katedral Meydanı: Çan Kulesi, Katedral ve Gediminas Heykeli

Pilies Caddesi'nde bir sokak müzisyeni


Eski Kent'te bir ahşam oyma atölyesinin vitrini













İlginç görüntülerden biri de “Hill of Three Crosses” (Üç Haç Tepesi). Efsaneye göre yüzyıllar önce burada yedi Fransiscan rahip öldürülmüş, 17. yüzyılda da buraya onların anısına üç haç dikilmiş, Stalin döneminde bu haçlar kaldırılarak yakılmış, ancak bağımsızlıktan sonra, orijinalina bağlı kalınarak yeniden inşa edilmiş. Bu tepe bugün Litvanyalılar için bir geçmişe ağıt ve umut sembolü olmuş.

Üç Haç Tepesi

Kehribar işletmeciliği Baltık ülkelerinde yaygın. Kehribar, içinde böcek, fosil gibi şeyler kalan adeta taşlaşmış reçineler. Polonya’da da çok fazla bulunup işleniyordu. Eski Kent’te bir de Kehribar Müzesi var. İşlenmiş kehribarlar ve kehribar işlemeciliğe ilişkin aparatın sergilendiği ufak bir yer burası. Doğrusu, ilgimi çekmeyen bir konu, ama o kadar yaygın ki, mücevherlerden tut da magnet’lere kadar birçok yerde kullanılıyor.

St. Anne's Kilisesi


Eski Kent gezisini kırmızı tuğladan yapılmış St Anne’s Kilisesi'yle bitirip Trakai Kalesi’ne gidiyoruz, ama kaleden önce kalenin bulunduğu Galves Gölü'nün kenarında, bir Karaim restoranında öğle yemeği yiyeceğiz. Karaim’ler, daha çok 2014’te Ukrayna’dan ayrılıp Rusya’ya bağlanan Kırım’da yaşayan musevi Türkler. Litvanya’ya da 1300’lerin sonlarına doğru gelmişler. Bugün sayıları çok az olsa da varlıklarını ve kültürlerini sürdürüyorlar. Aslında Karaim mutfağı ilgimi çekmiyor. En çok yenen yemekleri kıymalı çiğ börek. Kırım’da da yemiştim, et yemediğim için peynirli yapmışlardı, ama annemin el böreğiyle hiç ilgisi yoktu! Burada önce borç çorbası yedim, fena değildi. Sırada “imam bayıldı” var diye sevindim, güzeldi ama Ege mutfağının imam bayıldısıyla hiç ilgisi yoktu, julyen doğranmış soğanı yağda kavurduktan sonra üzerine biraz rendelenmiş havuç koyup kavurmaya devam etmişler. Karaim imam bayıldısı bu. Yedim tabii, ne de olsa sebze, ama hayal kırıklığıydı. Börek gene etsiz geldi bana, ama içinde hiç değilse peynir bekliyordum, kavrulmuş soğan çıktı, üstelik çok kalın bir hamurdan yapmışlar ve yağda kızartmak yerine, poğaça gibi fırında pişirmişler. Tatlı olarak gelen keke ise dokunmadım. Neyse, gezide yemek seçilmez, karnım doysun yeter.. Zaten bu göl manzarasında  çayla peynir ekmek yesem herşeye değer. Etrafa bakınca gördüklerim, masmavi, tertemiz bir göl, içinde ördekler, kuğular, kanolara, teknelere binen insanlar, yemyeşil parklar, yürüyüş alanları, tertemiz giyimli çocuklar, anne babalar, sevgililer, yerlerde çöp yok, sadece çimenler, çiçekler, ağaçlar, zarif hediyelik eşya stand’ları, kaleye bağlanan ahşap köprü ve uzaktan kırmızı Trakai Kalesi manzarası... Harika bir yer.

Trakai Kalesi

Trakai Kalesi Galves Gölü üzerindeki adada


Trakai Kalesi Litvanya’nın en önemli simgelerinden biri. 1500’lerde  Tötonik şövalyeler inşa etmişler. Amaçları halkı hristiyanlığa yönlendirmekmiş. Zamanla büyük ölçüde tahrip olmuş, yıkılmış, orijinal halinden geriye fazla birşey kalmamış, ama bağımsızlıktan sonra restore edilmiş. Burada da, yukarıda anlattığım gibi, bir gelin ve damat alayıyla karşılaştık. Ama artık sürpriz olmaktan çıktı bu görüntüler. Yarın gideceğimiz yerlerde de aynı şeyi göreceğiz. 

Kaleden dönüş yolunda, bayram nedeniyle yeşil alanda folklor gösterileriyle karşılaştık. Çoğu kadınlardan oluşan bir koro yerel giysilerle Litvanya folk müziğinden şarkılar söylüyor, çocuklar, gençler, yaşlılar, oradaki herkes alabildiğine eğleniyordu. 


Litvanya’daki son günümüzde önce “Crosses Hill”e (Haç Tepesi) gidiyoruz. Aslında burası da dümdüz bir alan, sadece üstüste koydukları haçların oluşturduğu iki metrelik bir yükselti, ama demek Litvanyalılar dümdüz cografyalarında hiç tepe sahibi olmadıkları için haçları üstüste yığıp, adına da tepe demişler! Burası bir çeşit adak yeri. Crosses Hill, Litvanyalı ve Polonyalı katoliklerin haç yerlerinden biri. Özellikle yeni evlenenler ellerinde bir haçla kendilerine mutlu bir evlilik diliyor ve haçı oraya bırakıyorlar. İşe yarıyor mu, bilmiyorum, fakat Litvanyalı rehberimiz Jolita’nın anlattığına göre Baltıklarda son yıllarda evlilikler 3-4 yıldan fazla pek sürmüyormuş, bu yüzden de buralarda çok sayıda “single-anne” varmış! Tuhaf tabii, çünkü kızlar çok güzel, erkekler, e hepsi boylu poslu yakışıklı adamlar, ülke tertemiz pırıl pırıl, her yer yemyeşil... Ama işte iki-üç ay dışında tüm bu ülkeler karanlık, yağışlı, rüzgarlı, soğuk ya, belki de sorun havadadır!

Haç Tepesi


Haç Tepesi'ne haç dikerek dilek dilemek için gelen yeni evliler

Latvia’ya geçmeden önce son durağımız Rundale Sarayı. Courtland Dükü için 1736’da inşa edilmiş, kocaman bahçeli kocaman bir saray burası. Barok bir mimarisi var. Saray o günlerin yaşam tarzını ve ihtişamını yansıtıyor. Burada da bir saatlik bir süre içinde iki düğün alayına rastlıyoruz. Baltık ülkelerindeki düğün alaylarının bir özelliği, gelinle damata eşlik eden arkadaşlarının giysilerinin tek tip olması. Erkekler siyah takım elbise, kızlar hepsi aynı model ve aynı renk, genellikle de pembe, fushia, magenta, eflatun, elbise. Rundale’de karşılaştığımız düğün törenlerinde de nedimeler birinde eflatun, diğerinde fushia giymişlerdi.

Rundale Sarayı


Rundale Sarayı'ndan bir tavan detayı

Rundale Sarayı’ndan sonra otobüsle, gümrük, pasaport kontrolü olmadan Latvia’ya, başkent Riga’ya doğru yöneliyoruz.


Latvia
Ortaçağdan gelen bir Rigalı!



Latvia, ki “Letonya” da deniyor, 2 milyon nüfuslu, nüfusunun yarısı Leton, kalan bölümü Rus, Beyaz Rus, Ukraynalı ve Polonyalılardan oluşan bir Baltık ülkesi. Başkent Riga’nın nüfusu 640.000. Anketlere göre halkın yaklaşık yarısı tanrıya inanmamakla birlikte, ruh, yaşam enerjisi gibi başka ilahi güçlere inanmakta; %11’i ateist, kalan %40’ı da Lutherian, Katolik ve Ortodoks.

Letonların tarihi de diğer Baltık halklarınınki gibi 5000 yıllık bir geçmişe ve Viking istilalarına dayanıyor. Ülke 1300’lerde Germen istilasına uğrayarak hristiyanlıkla tanışmış, sonraki dönemlerde önce Litvanya’nın, sonra da İsveç ve Rusya’nın egemenliği altına girmiş, Birinci Savaş’ta yeniden Alman istilasına uğramasına rağmen 1919’da bağımsızlığını ilan etmiş. Latvia İkinci Savaş’ta Alman saldırıları sonucu 450.000 yurttaşını kaybettikten sonra Sovyetler Birliği’ne katılmış, 1991’de ise yeniden bağımsızlığını ilan etmiş.


Litvanya, Latvia ve Estonyalıların Sovyetler'e karşı ortaklaşa verdikleri bağımsızlık mücadelesinin anısına yapılan bu anıt üç ülkenin başkentinde de var. 

Latvia’da bağımsızlık sonrasında, AB üyeliğiyle birlikte ekonomide hızlı bir kalkınma izlense de, Rusya’dan ayrılma sürecinde yaşanan özelleştirmeler sonucu çok zengin bir oligark sınıf oluşmuş. Bu nedenle, kişi başına düşen ortalama yıllık gelir 20.000 dolar dolayında olsa da, diğer iki Baltık ülkesindeki gibi, buradada geniş kitleyi oluşturan orta sınıfın kazancı çok daha düşük düzeylerde. O yüzden halk temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor, ancak AB yardımları ve hükümetin yatırım teşvikleriyle kalkınma süreci de devam ediyor. Ekonomiyi ayakta tutan en önemli sektörler madencilik, makine üretimi, gemi inşası, orman ürünleri, tekstil, tarım ve hayvancılık.

Mimarlığını Eisenstein'ın yaptığı bir art nouveau yapı.
Riga Daugava Nehri’yle ikiye bölünen bir kent. Doğu tarafı Eski Kent, batı yeni yerleşim yerlerinin, okulların, iş merkezlerinin olduğu bölge. Riga 2014’te Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş. Kentin, ortaçağ Avrupa kültürü ile Sovyet Rusya döneminin etkisiyle çok güzel bir mimarisi var. Bir kısmını sinema yönetmeni Eisenstein’ın babası mimar Mikhail Eisenstein’ın inşa ettiği 800’ün üzerinde art nouveau yapı önemli turistik çekim merkezlerinden biri. Zamanla tahrip olsalar da, son yıllarda çoğu restore edilmiş, kalanlar da restorasyon için sıra bekliyor. Art nouveau Istanbul’da İstiklal Caddesi’nde Markiz gibi bazı örnekleri olan bir sanat akımı. Çek ressam Alphonse Mucha gibi, resim sanatında da örnekleri var. Bol süslemeli, ama aynı zamanda da zarif yapılar. Hatırladığım kadarıyla İzmir’de de bazı örnekleri vardı. Riga’nın art nouveau yapıları otelimize çok yakın olduğu için birçoğunu gördük.

Otele yerleştikten sonra kent turuna çıkacağız, ama önce oteli anlatmam lazım.


Albert Hotel Resepsiyonu'nda Saatler. Soldan sağa: "Relative Time", "Unreal Time", Albert Hotel, "Past Time"




Kaldığım kat duvarında Einstein'ın fizik formülleri





"Who Tall Are You"

Turizmciler nasıl tanımlar bilmiyorum ama, burası bir “concept hotel”. “Albert Hotel”. İsmi Albert Einstein’dan alınmış ve tüm dekorasyonda Einstein’dan esinlenilmiş: Halılar proton ve nötronu gösteren atom çekirdeği desenli, odalarda Einstein’dan ilginç sözler çerçevelenmiş, otel içindeki yazılar Einstein’ın el yazısını çağrıştıran font’larla yazılmış, bazı bölümlerde onun el yazısıyla yazdığı fizik formülleri kullanılmış, harika, pırıl pırıl bir otel. Ayrıca yemekler, hele peynirleri çok lezzetli. Riga’da başka otel bilmiyorum, ama yeniden gidecek olsam aynı yerde kalmak isterim.

17 Ağustos Pazar. Otelden çıkıp, Valdemara Caddesi’ne dönüyoruz, ki burası Riga’nın ana caddelerinden biri, bir köprüye yaklaşınca müzik sesleri gelmeye başlıyor. Şansımız varmış, bugün her yıl tekrarlanan Riga Festivali’nin üçüncü ve son günüymüş! Köprüyü geçtik, ne sürpriz ama! Festival için koca bir sahne kurulmuş, bir Latvia’lı caz grubu Weather Report’un “A Remark You Made”ini çalıyor! Çok da güzel yorumluyorlar. Tam bu cografyaya uygun bir müzik. Zaten Weather Report’un kurucusu ve bu müziğin bestecisi Josef Zawinul Polonyalı. Festival Daugava Nehri boyunca devam ediyor. Nehir boyunca gördüklerim, sahneyi yansıtan dev ekranlar, aromalı badem satıcıları, sandviççiler, başka yiyecek stand’ları, hem konser izliyor, hem çimenlerin üstünde, masalarda oturmuş sohbet edip atıştıranlar, yerel giysileriyle hediyelik eşya satıcıları, çimenlerin üstünde koşturan çocuklar, çocuklara yağmurdan nasıl korunulacağını göstermek için kurulan eğlencelik test alanı, çiçek satıcıları, yerel giysileriyle fotograf çektirmek için poz verenler, biracılar, çocuklarının peşinden koşan anneler, çocuklarını omuzlarında taşıyan babalar, 565.000 nüfuslu kentte belki 100.000 kişiyle festival kalabalığı ve hiç bitmesini istemediğim “A Remark You Made”.. Sonra Eski Kent’in ara sokaklarına daldık. Ortaçağ giysileriyle insanlar gösteriler yapıyorlardı; pub’lar restoranlar hep süslenmiş, ışıklandırılmış, hepsinde canlı müzikler, sokaklar tıklım tıklım..



Sonra gece 12’ye yaklaşırken, yol yorgunuyduk, otele döndük, tam o sırada da havai fişek gösterisi başladı! Kaçırdığıma üzüldüm, ama zaten o da kısa sürdü ve galiba festivalin de son gösterisiydi. Ertesi gün Pazartesi..

Riga Festivali'nde bir yerel caz grubu Weather Report'un "A Remark You Made"ini cover'larken binlerce insan nehir boyunca yerleştirilen onları izliyordu.

Yapay yağmur yağdırılarak çocuklara yağmurdan korunma testleri yapılıyor!


Riga’da Eski Kent’e geçmeden önce pazar yerine gittik. Türkiye’de olan hemen herşey burada da var, ama bizde olmayan kabak benzeri değişik sebzeleri de var. Pazar yanyana birkaç kapalı alandan oluşmuş. Sebze meyveler, kurutulmuş ve taze balıklar etler, her ürün grubu ayrı ayrı alanlara yerleştirilmiş. Gıdayla ilgili herşeyi bulmak mümkün. Sebze meyve fiyatları genellikle ithal olduğundan, yerel halk için pek ucuz sayılmaz, ama yerli ürünler, mesela peynir çeşitleri, daha makul fiyatlardan satılıyor.

Pazar sonrası Eski Kent’e yöneliyoruz. Kentin girişinde bir sanat nerkezinin önünde kocaman ve rengarenk salyangoz heykelleriyle karşılaşıyoruz! Önce bir geçici bir sergi olduğunu düşünüyoruz, değilmiş.. Sanat merkezinin inşası yıllardır tamamlanamamış ve Latvialı sanatçılar Kültür Bakanlığı’nın yavaşlığını protesto ederek merkezin bir an önce açılmasını sağlamak için kocaman salyangoz heykelleri yapıp merkezin önüne yerleştirmişler. Protest Sanat.. Ama sanki sanatçıların protestoları ters tepecek gibi, çünkü heykeller o kadar ilgi çekiyor ki, herkes durmadan fotograflarını çekiyor, merkezin önünde toplanıyor; korkarım, bakanlık ilginin devam etmesini sağlamak için çalışmalarını daha da ağırdan almaya karar verir!

Protest Sanat: Ağır çalışan Kültür Bakanlığı'nı protesto etmek üzere salyangoz heykelleri!








Eski Kent'te ortaçağ mutfağı!





Bir sokak tiyatrosu




Sokak tiyatrosunun sonunda oğlan kızla evleniyor!


The House of Brotherhood of Blackheads

The House of Brotherhood of Blackheads'in duvar detayı



















Eski Kent meydanına girince ilk dikkatimi çeken yapı 1500'lerde kenti savunmak için bekar tüccar ve gemicilerce kurulan bir dayanışma ve yardımlaşma birliği olan       “The House of the Brotherhood of Blackheads"in kent meydanındaki binası. Kırmızı boyalı bina meydanın en ikonik yapılarından.

Meydandan biraz aşağı inince, lonca binası ve onun karşısında, çok daha dikkat çeken bir "Cat House" var. Anlatıldığına göre 1900'lerde Latvialı bir tüccar Riga Ticaret Loncası'na girmek istemesine rağmen üyeliği reddedilince, onları protesto etmek için, tam loncanın karşısına yaptırdığı binanın iki kulesine, sırtını ve kuyruğunu loncaya dönmüş, bakırdan yapılmış birer kızgın kedi heykeli yerleştirmiş. Lonca yönetimi daha sonra bu kedilerin kaldırılmasını istese de kediler hala orada!

The Cat House


























Eski Kent'ten başka bir yapı





Herşey turizm için organize edilmiş sanki. Zaten turizm Baltık'ların en önemli gelir kaynaklarından biri. Bir sokaktan geçiyorduk, birden İstiklal Marşı çalmaya başladı! İki sokak müzisyeni, nereden haber alıyorlarsa, o sırada geçmekte olan turistlerin ülkelerinden birşeyler çalıyor, biraz da para kazanıyorlar. Bizden alkış alınca, bu kez bir marş daha, sonra da “Üsküdar’a Gider İken”i çaldılar! Eğlenceliydi..

Riga Sokaklarında "Üsküdar'a Gider İken"





Öğleden sonra Sigulda’ya gidiyoruz. Sigulda’da 13. yüzyıldan kalma kırmızı tuğladan yapılmış Turaida Kalesi gezimiz var. Kale uzun yıllar Tötonik Şövalyeler tarafından kullanılmış. Bugün çok büyük ve yemyeşil bir ulusal park içinde yer alan Turaida Kalesi’nde, çalışan tüm personel ortaçağ giysileri giymişler. Salonlarda o dönemden kalma bazı eşya ve belgeler sergileniyor, ayrıca bazı canlandırmalar yer alıyor.

Sigulda'da Turaida Kalesi


Turaida Kalesi'nde çalışanlar ortaçağ giysileri giyiniyorlar

Sigulda'nın bahçesindeki göl nilüfer dolu

Turaida Kalesi



Sigulda’dan sonra Latvia’nın tatil beldesi, Baltık kıyısındaki Jurmala’dayız. Jurmala tipik ahşap evleriyle son yıllarda Rus ve diğer bölge ülkelerinden zenginlerin de ev alıp tatillerini geçirdikleri bir bölge. Sevimli bir kasaba. Doğası da çok güzel. Her taraf bakımlı, tertemiz, yemyeşil, ama burada denize girmek neredeyse imkansız! Baltık denizinin kumu o kadar ince ki, en hafif dalgalı havada bile dipteki kumlar suyu bulanıklaştırıyor, deniz çamur rengine dönüyor. Zaten deniz suyunun ısısı da 10-12 dereceyi geçmiyormuş. Ayrıca, deniz diyince gözüm mavilik arıyor, oysa gezi boyunca Litvanya, Latvia ve Estonya’da gördüğüm tüm Baltık suları çamur rengiydi.
Jurmala'da ana cadde ahşap evler ve kafe, restoranla dolu. Latvia'nın tatil bölgesi.

Ama olsun. Denizi güzel olmasa da, havası serin, yağışlı, rüzgarlı da olsa, Latvia da Litvanya gibi güzel, keyifli bir ülkeydi. İmkanım olsaydı, orada yaşamak ister miydim, bilmiyorum, yerel halk başka gözle bakar, turist başka gözle, ama herhalde alternatifim Türkiye olunca, evimi ne kadar sevsem de, hemen karar vermezdim.

Şimdi sırada Estonya var!


Estonya
Tallinn'de Olde Hansa isimli restoranın önünde bir restoran işçisi

19 Ağustos. Sabah kalvaltıdan sonra Estonya’ya doğru yola çıkıyoruz. Estonya da diğer Baltık ülkeleriyle benzer geçmişe sahip. 1800’lerin sonlarında Çarlık Rusyası’nın kontrolündeyken, Birinci Savaş’ta önce Alman, sonra Sovyet saldırılarına uğrasa da 1921’de bağımsız bir ülke olarak Birleşmiş Milletler’e girmiş, İkinci Savaş’ta 200.000 yurttaşını kaybettikten sonra, Sovyetler’in ülke üzerindeki egemenlik arayışları devam etmiş ve 1951’de  Sovyetler Birliği’ne bağlanmış. 1980’lerin sonlarında “demir perde”nin yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin çözülme süreci döneminde, Litvanya, Latvia ve Estonya dayanışması sonucu Estonya da 1991’de yeniden bağımsızlığını kazanarak Avrupa Birliği’ne girmiş. Estonyalılar 1988-89’da artan bağımsızlık taleplerini dile getirmek için sokaklarda, caddelerde, meydanlarda, her yerde şarkılar söyleyerek Sovyetleri protesto etmişler ve mücadelelerini “şarkı ihtilali” olarak adlandırmışlar. Ayrıca kentte biçok yerde yeşil alanlarda sergilenen büyük kayalar gördüm. Bağımsızlık mücadelesi sırasında Rus müdahalesine karşı yapılan barikatlarda kullanılmışlar, o dönemin anısına sergileniyorlar. 20 Ağustos Estonia'nın Cumhuriyet Bayramı. Akşam kent merkezindeki Özgürlük Parkı'na gidip konser izledik.


Cumhuriyet Bayramı kutlamalarından




Bağımsızlık mücadelesinde Ruslara karşı kurulan barikatlarda kullanılan bir kaya. 








Kent merkezindeki Özgürlük Meydanı'nın girişine de 2009'da, bağımsızlık mücadelesinde ölenlerin anısına büyük bir cam haç anıtı dikilmiş.

Cam Haç



Estonya 1,3 milyon, başkent Tallinn ise 435.000 kadar nüfusa sahip. Burası da kozmopolit bir toplum, nüfusun %68’i Eston, kalanı Rus ve Ukraynalı. Her yerde çok fazla kilise, katedral olsa da, bunların çoğu önceki yüzyıllardan kalma. Bugün, anketlere göre, halkın sadece %16’sı tanrı inancına sahipmiş; %78’inin ise tanrı inancı yok.

Estonya da dümdüz bir coğrafyaya sahip. En yüksek yeri güneydoğuda Munamagi tepesi, ki rakımı sadece 318 metre! O yüzden diğer Baltık ülkelerindeki gibi, sokaklar bisikletli dolu. Ülke çok büyük ormanlık alanlarla kaplı olmasına rağmen, rehberin söylediğine göre, kontrolsüz kesim nedeniyle bir miktar kereste ithalatı bile yapılıyormuş. Toprağın verimi düşük olduğundan sebze meyve ithalatı zaten fazla. Fakat buna karşılık, Estonya’da sanayi nispeten ileri düzeydeymiş. Petrol üretimi, petrole dayalı kimya sektörü, ayrıca hayvancılık ve bir miktar tarım ekonomiyi ayakta tutuyor. Turizm de çok önemli bir gelir kaynağı olsa da, bu yıl beklendiği kadar turist gelmemiş. Sebebi de, Estonya turlarının genellikle St Petersburg turlarıyla paket halinde olması. Rusya'nın Ukrayna’ya müdahalesinden sonra  batı ülkelerince Rusya'ya karşı konan ambargolardan turizm de etkilendiği için, tur operatörleri bu yıl St Petersburg ve dolayısıyla Estonya turlarını büyük ölçüde iptal etmişler.

Araç girmemesi gereken yerlere konan taşlar bile estetik değere sahip.

Estonya’da önce Parnu’ya uğruyoruz. Baltık kıyısında şirin bir kasaba burası. Restorasyondan geçmiş eski yapıların, biri Rus Ortodox, birkaç kilisenin, bolca hediyelik eşya dükkanı ve geniş parkların olduğu bir yer. 


Parnu'da bir kilise duvarı


Ayaküstü öğle yemeğinden sonra otobüsle Tallinn’e yöneliyoruz. Tallinn’de otel konusunda şanslıyız, Eski Kent’in başladığı yerde, hem de ufak ama temiz, güzel bir yerde konalıyoruz. Otelden ana caddeye çıkınca sağlı sollu çiçek tezgahları var. O kadar güzeller ki, herkes, neredeyse kenti gezmeyi unutmuş, çiçeklerin resimlerini çekiyor! Halk, Litvanya ve Latvia’daki gibi, burada da çiçeklere çok meraklı. Fiyatlara baktım, mavi ortanca galiba en pahalı çiçeklerden biri, ama fiyatlar Türkiye’dekinden daha ucuz.

Tallinn'de Eski Kent girişindeki bir çiçekçiden




Tallinn’in Eski Kent’i, Avrupa’da gördüğüm en güzel ortaçağ kenti. Tüm yapılar restorasyondan geçmiş, her yer tertemiz. Toompea Cathedral Hill’de seyir terasından kente tepeden bakıyoruz. Kentin ne kadar güzel korunduğu buradan çok daha iyi anlaşılıyor. Kırmızı çatılar, boyalı yapılar, yapıların üzerindeki işlemeler, süslemeler..

Toompea Hill'den Eski Kent



Toompea Hill'den. Yüzlerce yıllık yapılar çok özenli restore edilmiş.



Eski Kent Meydanı. 


Birçok ilgi çekici yapı var Eski Kent’te. 800 yıllık St. Nicholas Kilisesi, 100 yıl kadar önce ülke Çarlık Rusyası’nın egemenliğindeyken yapılan görkemli Alexander Nevsky Katedrali, 1200’lerde Tallinn’deki İskandinav toplumca yapılan St Olaf Kilisesi, tüm İskandinavya ve Baltık’lardaki en eski Town Hall ya da Belediye Binası, en az bin yıllık Toompea Kalesi’nden kalan duvarlar ve kuleler, kenti savunmak için bekar tüccar ve gemicilerce kurulan bir dayanışma ve yardımlaşma birliği olan “The House of the Brotherhood of Blackheads"in kent meydanındaki binası,  meydanın etrafında, restore edilerek restoran, kafe, pub olarak işletilen, çoğu ortaçağ giysili çalışanlarca hizmet verilen yapılar.. Görecek o kadar yer var ki..


Eski Kent Meydanı'na açılan bir sokak. Sağdaki kız köşedeki restoranda garson.



Eski Kent surları


Eski Kent girişi. Yukarıda sağda çiçek pazarı, solda otelimiz vardı.


Olde Hansa'nın önünde müşterileri içeri davet eden kız 
Ama  Eski Kent’te gördüğüm en ilginç yapı “Olde Hansa”. Kentin girişine yakın bir pub ve restoran burası. Olde Hansa’da bütün çalışanlar ortaçağ giysileri giymişler, hediyelik eşya bölümünde o dönemi çağrıştıran şeyler satılıyor, domuz yanında ayı ve geyik etlerinden yapılan yemekler de satıyor, kapı önünde ortaçağ giysili kızlar ortaçağ müziği yapıyor, biralar kocaman toprak kaplarda servis ediliyor,  binanın önünde kurulu yüksek bir stand’a çıkan bir çalışan, elinde tuttuğu kağıttan, şövalyelerin emirlerini okurcasına etraftakileri içeriye davet ediyor... Bira içerken yüzyıllar öncesinin kıyafetlerini giymiş garsonla konuştum, yapının 600 yaşında olduğunu, Sovyet döneminde bakımsız kaldığını, 1997'de bugünkü durumuna  getirildiğini söyledi. Restoran tüccar loncasına hizmet vermek üzere kurulmuş. Ortaçağda müzik kilisede, sokakta, evlerde, toplantı yerlerinde çok yaygın olduğu için, burada da, restoranın kendi çalışanlarınca yapılırmış, ki bu gelenek bugün de devam ediyor. Aşağıdaki videoyu Hansa'nın önünde çektim. Davul ve hurdy-gurdy. Hurdy-gurdy rönesans ve bugün İngiliz folk müziğinde de çok kullanılan bir enstrüman.



Olde Hansa




Olde Hansa




Olde Hansa'nın önünde aromalı badem satışı


























Tallinn’in Eski Kent’ine tekrar uğrama fırsatımız olacak, ama ertesi gün önce parlamentoya, sonra Rocca Al Mare isimli Etnografya Açık Hava Müzesi’ne gidiyoruz. Estonya Parlamento binasına gidiyoruz. Büyük bir park içindeki komplekse giriş serbest. Koruma, güvenlik falan da yok. Parkta büyük bir Poseidon heykeli dikkat çekiyor. Ayrılırken Baltık kıyısında güzel bir anıt görüyoruz: "Deniz Kızı" ya da "Russalka". 1895'te batan Russalka isimli bir Rus gemisinin ölen mürettebatının anısına 1902 yılında yapılmış bir anıt.

Batan bir geminin anısına dikilen Russalka ya da Deniz Kızı Anıtı




Estonya Parlamentosu


Rocca Al Mare çok büyük bir ormanlık alan ve içinde yüzyıllar öncesinden yakın zamanlara kadar Estonya’da yaşam biçimini anlatan bir müze. Burada anlatıldığı dönemin tarzında yapılmış ahşap evler içinde balıkçılık, yün işçiliği, sepet işçiliği, dokuma gibi işlerin nasıl, ne biçimde yapıldığı canlandırmalarla sergileniyor. Ayrıca alanda yel değirmenleri, su değirmenleri, kiliseler, okullar, çiftlik evleri, ahırlar gibi yapılar da geçmişi anlatacak biçimde yer alıyor.

Rocca Al Mare'de yüzyıllar öncesinin bir yapısı



Rocca Al Mare




Rocca Al Mare

Rocca Al Mare













































21 Ağustos. Ne yazık ki, turun son günü. Otelden havaalanına hareket etmeden önce son kez Eski Kent’e girip Olde Hansa’nın etrafında dolaşıyorum. Henüz sabah erken olduğu için etraf çok sakin. Öğleye doğru mutlaka hareketlenecek, zaten hava da çok güzel.

Otele dönüp eşyalarımı indirdikten sonra, resepsiyondaki kıza ayaküstü “hoşçakal” diyorum, “Estonya çok güzel, yeniden gelmek isterim.”

Kızın yüzünde sürekli tebessüm var, ama söyledikleri şaşırtıyor: “Ama biz mutsuz insanların ülkesiyiz!”

Hava koşullarını kastediyor, belki haklı da, ama ülkenin temizliğini, uygarlığını, insan ilişkilerini, güzelliğini gördükten sonra, kendi ülkemle karşılaştırıyorum,  anlamak zor geliyor. Baltık’lara yeniden gelmeyi hayal ediyorum. Sırf Olde Hansa’da yeniden bira içmek için olsa bile!


No comments:

Post a Comment