Sunday, May 27, 2012

Kırım, Ukrayna

Ukrayna 46 milyon nüfusu ve yaklaşık 600.000 kilometrekareyle Türkiye’ye yakın büyüklükte bir ülke. Beş günlük turda Ukrayna’nın %4’lük parçasını oluşturan Kırım Özerk Bölgesi’ni gezebildik. Ukrayna nüfusunun %78’ini Ukraynalılar, %18’ini Ruslar oluştururken, Kırım’ın 2 milyonluk nüfusunun %54’u Rus, %24’ü Ukrayna, % 13’ü Tatar.

Kırım tarihi İÖ 6. yüzyılda Miletos’dan giden kolonicilere kadar uzanıyor. Halikarnas Balıkçısı'nın "Hey Koca Yurt"ta yazdıklarını aktarıyorum: "İsa'dan önce sekizinci yüzyılda, hatta daha önceleri, deniz yoluyla gene Anadolu'dan gelen Miletoslular, Karadeniz'de ilk yurt kuranlar oldular.

Anadolu'daki Miletos kenti, adını Girit'teki Miletos'dan alır. Anadolu'daki Miletos kenti ile yöresi, Girit'in Minoen uygarlığına ilişkin bir yerdir. Zaten Girit'in Minoen uygarlığını kuranlar Anadolu'dan geçmedir. Miletoslular ilk önce Bafra'nın İnce Burnu'nda Sinop'u (Sinope) kurdular, sonra daha doğuda Samsun'u (Amisos), bir de Trabzon'u (Trapezus) yurt edindiler. Hemen sonra, kısa bir süre içinde, hızla Poti'yi (Phasis), Kırım Yarımadası'ndaki Kerç Boğazı'nın bir ağzında Kerç kentini ve karşısındaki Pandicampeum'u, Azak Denizi'nin ta öteki ucundaki Don Nehri'nin ağzında Tanais'i, bugünkü Sivastopol'da Heracleia'yı ve bugünkü Varna'da da Odesseia'yı kurdular."

Arkasından Kimmerler, Hazar Türkleri ve başka bazı etnik gruplar da bölgeye gelip gitmişler. En son da Ruslar yarımadayı ele geçirmişler. Bugün Rus ve Ukrayna ırklarının aynı mı, farklı mı olduğu tartışılırken, Perestroyka sonrasında, Ukraynalıların kalplerinin Ukrayna’dan, ceplerinin Rusya’dan yana olduğu görülüyor. Fotograf çekmek için günlerce bir Ukrayna bayrağı bulamazken, binalarda çok sayıda Rus bayrağı gördüm!

Karadeniz’in karşı kıyısı olduğu için, serin olacağını düşünmüştüm, ama tam tersine, Mayıs başında 30 derece havayla karşılaştım. Karadeniz kıyısındaki yüksek dağ sırası sıcaklığı ve nemi içeride tutuyor, bizim Karadeniz’den gelen soğuk havaya set oluşturuyor. Zaten Kırım’ın sahil şeridindeki Yalta, Aluşka, Alupka ve daha birçok yerleşim yeri birer kaplıca merkezi ve sayfiye yeri. Dış turizm henüz zayıf olsa da, özellikle Yalta, Rus tatilcilerin en çok rağbet ettikleri şehir.

Kırım’a gelirken endişe ve önyargılarım vardı: Ne de olsa Ukrayna, Avrupa Birliği’nin en zayıf ülkelerinden biriydi, Rus mafyası kol geziyordu, üstelik Kırım, ülkenin nispeten az gelişmiş bölgesiydi, erkekler çok içki içiyor, sokaklarda sefil sefil dolaşıyorlardı, kızları fakirlikten Beyoğlu’na, Aksaray’a düşüyordu...

Bazıları doğru bunların, Perestroika’dan sonra hızla bir yeni zengin sınıfı oluşmuş, bunun sonucu olarak hızlı bir yapılaşma ve doğa tahribatı başlamış. Yemyeşil dağlar lüks villalarla yok edilmek üzere. Nasıl oluyorsa bazı gencecik oğlanların altında Ferrari’ler var. Buna karşılık ülke geneline yansıyan bir zenginlik yok. Ama gördüğüm kadarıyla, sefillik de yok. Çok geniş bir orta sınıf kitlesi var.

İnsanlar kültürlü, bilgili, temiz, bakımlı, uygar. Tabii ki bunda köklü tarihsel geçmişlerinin payı büyük. Hem Çarlık Rusyası’nın yerleştirdiği şehircilik anlayışı ve edebiyatla, sanatla, müzikle iç içelik, hem Sovyetler Birliği döneminin buna eklediği eşitlikçilik ve sosyal dayanışma kendisini her yerde belli ediyor. Geniş caddeler, meydanlar, duvarlarda taş işçiliği, yolların ve kiliselerin temizliği, şehircilik anlayışını imrendiriyor. 100-150 bin nüfuslu şehirlerde bile trenler, tramvaylar, demiryolları var. Kim demiş “komünizm felakettir”, diye! Gördüğüm, Perestroyka’dan sonra taş üstüne taş konmamış sanki! Yeni zenginlerin yaptırdığı konutların dışında, en yeni yapılar herhalde 25-30 yıllık!

Herkes birbirine saygılı. Hatta belki de herhangi bir Batı Avrupa ülkesinden daha fazla. Geç saatlerde, son derece güzel, mini etekli, göğüs dekolteli bir genç kız tenha sokaklarda kimsenin tacizine uğramadan tek başına yürüyebiliyor. Hatta yanından geçen kimse, dönüp bakmıyor bile. Kırım’da gezmenin en zor yanı, bütün sokak tabelalarının Kiril alfabesiyle olması ve hiç kimsenin İngilizce bilmemesi. Beş yıldızlı otelde dahi, garsona bira istediğimizi anlatabilmek için, el kol hareketleriyle havada bardak resmi çizip, ağzımızdan “foşur foşur” diye sesler çıkartmak zorunda kaldık. Sokakta da üç-beş kelime olsun İngilizce konuşan birini bulmak şans işi. Ama bu da, herhalde Sovyet döneminden kalma bir miras. Sovyet döneminde zaten bir soğuk savaş vardı, bu da ulusal değerlere bağlılığı artırıyordu, dışa kapalı toplum yapısı vardı, ayrıca ülke, kendi endüstrisini, teknolojisini üretmeye yeterliydi, bunlar da başka bir dile, üstelik düşman bir ülkenin diline ihtiyaç bırakmıyordu.

Geziye Yevpatorya’dan (Gözleve) başladık. Eski kent o kadar güzel korunmuş ki. Kiliseler, camiler, sokaklar tertemiz ve bakımlı. İnsanlar sessiz sakin ibadetlerini yapıyorlar.

Mimar Sinan’ın eseri olduğu rivayet edilen Han Camisi’ni ziyaretimizde, bahçede kardeşleriyle oynayan 6 yaşında bir kızla konuştum. Babası Türk, annesi Ukraynalıymış. Çocuk Istanbul şivesiyle Türkçe konuşuyordu, ayrıca Ukraynaca ve Rusça da biliyormuş.

Ülkede Rus nüfusu ve nüfuzu etkili olduğu için, zaten hemen herkes Rusça ve Ukraynacayı biliyor.






Yevpatorya’da ikinci durağımız bir Karay Kenasası. Bilinen kayıtlara göre Kırım’da Karayların geçmişi 1175’e dayanıyor. Karailik Yahudiliğin, Tevrad dışındaki kaynaklarını reddeden bir inanç sistemi. Zamanla baskılar nedeniyle başka ülkelere dağılan Karaylar, bugün Ukrayna’da 800 kişi kadar. Bunların hemen hepsi, 7. yüzyılda Hazar Türklerinden gelerek museviliği benimseyen Kırım Kerayları. Hatta, Istanbul’da Karaköy semtinin eski isminin Karai Köy olduğu, bunun da vaktiyle bu semtte geniş bir Karai topluluğunun bulunmasından kaynaklandığı rivayet ediliyor. Refik Halid Karay’ın da Kırım Kerayı olduğu söyleniyor.

Akşam Feodosya’ya hareket ettik. 77.000 nüfuslu bir sahil şehri burası. Ama yollarda sokak ressamları, çocuklar için geniş, çok geniş oyun parkları, hediyelik eşya satıcıları ve Sovyet yönetiminin ileri gelenlerinden kalma çok sayıda daça var. Kırım tarihinin Helen kültürüne kadar uzanması nedeniyle, bazı daçaların bahçelerinde, ayrıca birçok başka şehirde, saraylarda, bahçelerde İyon tarzı sütunlar, Afrodit ve benzer Helenik heykeller gördüm.

Kahvaltıdan sonra sahil boyunca, bir tarafta daçaların, karşı tarafta hediyelik eşya satıcılarının olduğu sokakta yürüyerek Ivan Ayvazovski Müzesi’ne geldik. Ayvazovski 1817-1900 arasında yaşamış, Osmanlı’da da deniz ressamlığı yapmış. Müzedeki hemen tüm resimleri deniz temalı. Bir kısmı hayal ürünü, çoğu görerek yapılmış. Tablolarını fotograftan ayırmak neredeyse güç. Özellikle, başyapıtı olarak kabul ettiği “Dalgalar” tablosunda insan kendini dalgaların arasında hissediyor.

“Deniz”den çıktıktan sonra Yalta’ya doğru yola çıktık, arada kiliseler ve 1388-1414 arasında Cenevizlilerce yapılan, çok da güzel restore edilen Sudak Kalesi’ni gezdik ve akşama doğru Yalta’daydık. Yalta eğlenceli kent. Otele yerleştikten sonra, hemen deniz kenarında, İzmir’in Kordon’unu andıran caddede dolaştık. Ortalık nasıl şenlikli, anlatılır gibi değil. Bir sürü sokak müzisyeni var. Kimi caz yapıyor, kimi etnik, kimi klasik... Kızlar oğlanlar deniz kıyısına oturmuş, sarmaş dolaş... Bir köşede gece kulübüne müşteri çekmek için strip-tease yapan bir kız... İçine mum yakılarak havaya bırakılan balonlar... İkide bir elimize minik masaj salonu reklamları tutuşturan kızlar... Kıyıda, teknelerde eğlence ve müzik... Bunca kalabalığa rağmen tertemiz bir cadde... Barlar, kafeler... Bütün yapılar, vitrinler ışıl ışıl. Kızlardan söz etmeden eksik kalacak bu yazı. O kadar güzeller ki. Boyları en az 1,70 m, bacak boyları 1 metrenin üstünde. Hepsi mini etekli, geniş, göğüs dekolteli. Öylesine alımlı, kendine güvenli yürüyorlar ki, korkarsın yaklaşmaya... Öyle bakım filan yaptıklarını da sanmıyorum. doğal bir güzellikleri var. Beyaz tenli, pembe, dolgun dudaklı, mavi, yeşil gözlü. Ve sanki şeffaf tenliler, pırıl pırıl. Bu arada, yürüdüğüm caddenin ismi Lenin Caddesi... Yaşasın Lenin!

Ertesi güne Alexander Nevski Katedrali gezisiyle başladık. Ortodoks tapınakların dışları da içleri de ilginç. İçeride bolca İncil’den duvar resimleri, hepsi tertemiz, yeni yapılmış gibi, dışları da soğan kubbeli, pırıl pırıl yapılar. Ama, doğrusu bana fazla renkli geliyor bunlar: Oyuncak kuleler gibi! Ama bir konuda haklarını vermeliyim: Kiliselerdeki azize resimleri bile sarışın, mavi gözlü, çok güzel!
Bu renkliliği Anton Çehov’un kocaman ve yemyeşil bahçe içindeki sade, beyaz evi dengeledi. Çehov 1860-1904 arasında yaşamış. Yunan ve Latin klasiklerini içeren temel eğitiminden sonra doktor olmuş, ancak bir süre sonra gazete ve dergi yazılarıyla edebiyata yönelmiş, ardından da Rus edebiyatının önde gelen oyun yazarlarından biri olmuş. En çok “Vişne Bahçesi”, “Vanya Dayı” ve “Üç Kızkardeş” isimli oyunlarıyla tanınan Çehov genç yaşta ölmüş. Çehov’un Yalta’daki evi bugün müze olarak gezilebiliyor.
Gezide gördüğüm en görkemli yapı İkinci Dünya Savaşı‘nın bitiminde dünyanın yeniden paylaşımının görüşülüp imzalandığı Yalta Konferansı’nın yapıldığı yer: 1800’lerin ortalarında yapılan Livadiye Sarayı. Ayni zamanda son Rus Çarı’nın yazlığı. Bolşevik Devrimi sonrasında Çar ve ailesi Sibirya’ya sürgüne gönderilmiş ve hepsi öldürülmüş. Çarın eşinin ve çocuklarının fotograflarını görünce, hüzünlü bir hikaye. Yalta Konferansı 1945’te yapılmış. Görüşmelere Amerika adına Roosevelt, İngiltere adına Churchill ve Sovyetler adına Stalin katılmış. Sarayda anlaşma sürecinde çekilen fotograflar, belgeler de sergileniyor.

Öğle yemeğinden sonra eğlenceli bir yere gideceğiz: Massandra Şarap Fabrikası. Fabrika gezisi ve şarap tadımı. Ama bu arada biraz yemeklerden de söz edeyim: Gerçi bana, vejeteryan olduğum için, genellikle közlenmiş patlıcan, biber, domatesten ibaret özel yemekler geldi. Ama, anlaşılan normal Kırım yemekleri turdaki Türklerin damak tadına uymadı ki, gözleri hep benim tabağımdaydı! Genellikle et yiyorlar. Borç çorbasını seviyorlar. Tatar tarafında ise hamur işi ve çiğ börek baş yemek. Ama dikkat çeken konu, porsiyonlar çok büyük.

Neyse, geleyim Massandra’ya. Massandra Şatosu’nda şarap üretimi 1894’te çarın yazlık sarayına, Livadiye’ye, şarap temin etmek üzere başlamış. Ama depolarında 225 yıllık şaraplar da var. Çok geniş bir mahzeni var fabrikanın. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların baskın yapma ihtimaline karşı, Stalin’in emriyle, şişelenmiş eski şarapların hepsi kaçırılmış, ancak 1941 tarihli şaraplar hala fıçıda olduğu için taşınamadığından, denize dökülmüş, savaş sonrasında ise şaraplar tekrar eski yerlerini almış.

Mahzenlerde 150-200 yıllık tozlu şarap şişelerini görmek ilginç tabii ki, ama o kadar yıllanmış olmasa da, yeni Massandra şaraplarını tatmak da ilginç. Mahzenden çıkıp tadım odasına girince önümüze 11 çeşit kırmızı şarap geldi ve tek tek her birinin tadına baktık. Tuhaf, hiç beklemiyordum, ilk kadehin dışındaki tüm şaraplar tatlı, hatta şerbet gibi tatlıydı. Demek ki Çar ve Stalin’le damak zevklerimiz farklıymış: Ben sek şarap severken, onlar %25’e kadar şeker içeren şarapları seviyorlar!

Akşam Lenin Caddesi’nde yeniden piyasa yaptıktan sonra ertesi sabah Alupka’ya gitmek üzere otobüse bindik. Yolda Kırım’ın en önemli sembollerinden olan Kırlangıç Yuvası’na uzaktan baktık.

Masal şatolarını andıran yapı 1912’de bir Alman petrol zengini tarafından, sevgilisi için yaptırılmış. 1927’de, deprem nedeniyle şatonun önündeki bazı kayalar denize düşünce, yapı tamamen denizin ucunda kalmış, son yıllarda ise restore edilerek turistik amaçlarla kullanılmaya başlanmış. Alupka civarında ikinci durağımız Voronstov Yazlık Sarayı. Çarlık dönemi zenginlerinden Mihail Voronstov ve ailesi Ekim 1917 devrimine kadar bu sarayda yaşamış. Bir İngiliz mimarın tasarladığı yapı bir taraftan İngiliz stilini andırırken, yer yer doğu motifleri de taşıyor. Sarayda Voronstov ailesinin eşyalarının yanında, çok sayıda tablo, heykel ve başka sanat eserleri var. Devrimden sonra devletleştirilen saray, Yalta Konferansı’nda Churchill’e de ev sahipliği yapmış.
Konu İkinci Savaş’tan açılmışken, Vorontsov’dan sonra Balaklava’da uğradığımız nükleer denizaltı sığınağı hayret vericiydi. Balaklava koyunda kayalıkların oyulmasıyla yapılan bir denizaltı sığınağı burası. Savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin nükleer denizaltı filosu burada üslenmiş, savaş sonrasında da bir süre kullanılmış, bugün ise müze olarak ziyarete açılmış. Bugünün parasıyla milyar dolarlarla oluşturulabilecek bir yapı burası. Balaklava sahillerinde ise artık yeni zengin Rus ve Ukrayna aristokrasisinin yatları demirlemiş durumda. Küçük bir turistik sayfiye yeri Balaklava. Sahilde çok sayıda hediyelik eşya tezgahı var. Denizci şapkaları, mavi beyaz çizgili t-shirt, etek, pantolonlar, bol bol denizcilikle ilgili hediyelik eşyalar satıyorlar. Balaklava, Homeros’un Odysseia’sında bir korsan şehri olarak geçiyor. Şehrin 2500 yıllık bir geçmişi varmış.

Sivastopol’e geçiyoruz. Burası da bir denizci kenti. Bir zamanlar Rus donanması için stratejik bir yermiş ve 1996’ya kadar kente giriş izne bağlıymış. Bugün ise askeri önemini kaybetmiş. Şehir 1854-55’teki Kırım Savaşı’nda Osmanlı, İngiliz ve Fransız donanmalarına dayanamamış ve yerle bir olmuş. İkinci Savaş’ta bir kez daha tahrip olmuş. Ancak şimdi neo-klasik yapılarıyla ilgi çeken temiz, bakımlı, sevimli bir kent. Geniş parklar var. Parklarda müzik yapanlar, canlı heykeller, kuşcular... Herkes eğleniyor. Kırım Savaşı’nın anılarını Sivastopol Panorama müzesi’nde yaşatıyorlar. Müze, Kırım Savaşı’nı 360 derece panoramik bir tabloyla olağanüstü güzel bir artistik çalışmayla canlandırmış. Üç boyutlu görüntüler yaratılmış. Muhteşem bir canlandırma.

9 Mayıs Kırım’da son günümüz. Bugün ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi nadeniyle Zafer Bayramı. Sabah limanda savaş gazilerini eski üniformalarıyla görüyoruz. Bandolar müzik yapıyor. Halk sokaklarda... Halk öylesine sokaklardaki, 400.000 nüfuslu kentte, kutlama yürüyüşünün yapıldığı ana caddede onbinlerce insan var.

Halk ulusal günlerini öylesine benimsemiş ki... Caddenin iki tarafında sıra sıra insanlar... Binaların balkonları, yüksek merdivenler, ağaçların tepeleri insan kaynıyor. Balon satanlar, bayrak satanlar, oyun oynayanlar, çoluk çocuk, yaşlı genç, herkes neşeli, keyifli, gururlu... Herkes tertemiz giyinmiş, bakımlı, kızlar sevgililerinin omuzlarında...

Bir kentte hiç mi sefil insan olmaz! Yerlerde hiç mi çöp olmaz! Dikkatimi çekti, halkın giyim kuşamı gayet temiz, düzgün, ve marka giyim yok denecek kadar az. Demek ki insanlar daha akıllı bu ülkede!





































Kutlamalardan sonra Bahçesaray’dayız. Buranın 4.000 yıllık tarihi olduğu biliniyor. Birkaç yüzyıl önce Osmanlı hakimiyetinde Tatarlarca yönetilmiş, Tatarlar ve Ruslar arasında gidip gelmiş. Bugün Tatarların toplulaştığı bir kent. Kırım’ın diğer bölgelerine göre, daha az gelişmiş, kasaba havasında bir yer Bahçesaray. İki önemli yapı gezdik burada: Kırım Han Sarayı ve Cufut Kalesi.

Kırım Han Sarayı 16. yüzyılda yapılmış. Saraydaki en önemli eserlerden biri Gözyaşı Çeşmesi. Söylentiye göre, son Kırım Hanı Giray Han haremindeki Polonyalı bir kıza aşık olmuş, ama kız onu istememiş ve üzüntüsünden ölmüş. Bundan sonra Giray, sevdiğini kaybetmenin acısıyla gece gündüz ağlamaya başlamış. Devlet yönetiminin aksamasından korkan yöneticiler, Giray’ın üzüntüsünü dağıtmak için saraya bu çeşmeyi yapmışlar. Rus yazar Aleksandr Puşkin bu hikayeden öylesine etkilenmiş ki, 1822’de “Bahçesaray Çeşmesi” şiirini yazmış. Sovyet döneminde birçok Türkçe yer ismi değiştirilirken, Bahçesaray’ın ismine dokunulmamasının sebebi de bu şiir. Tatarlar Stalin’in huzuruna çıkıp demişler ki, “Bahçesaray” ismi Rus yazarı Puşkin’in eserinde ölümsüzleşmiştir, şehrimizin ismini değiştirirseniz, bunu Puşkin’e saygımızla nasıl bağdaştırırız”. Stalin istemeye istemeye ikna olmuş ve şehrin Türkçe ismi öyle kalmış.

Saraydan sonra Cufut Kalesi’ne tırmandık. Dağın tepesinde, bozuk, taşlık ve dik bir yoldan bir saat kadar yürüyerek kaleye çıktık. 1.500 yıllık bir geçmişi olan kalede kayalara oyulmuş mağara evler, Karay Kenasaları, türbeler de var. Dönüş yolunda da, gene kayalara oyulmuş, bizdeki Sümele Manastırı’nı andıran Uspenski Mağara Kilisesi’ne çıktık.

Ne yazık ki, Kırım gezisi Bahçesaray’la bitti. Kırım Türkiye kadar zengin olmasa da, sosyal gelişmişlik düzeyleri çok daha yüksek. Üstelik Kırım’ın, Ukrayna’nın kırsalı olduğu dikakte alınırsa, kim bilir Kiev ve diğer büyük şehirler nasıldır. Oralara da gitmek lazım.

1 comment:

  1. I must say, I thought this was a pretty interesting read when it comes to this topic. Liked the material. . .
     ukrayna üniversitesi

    ReplyDelete