Wednesday, October 10, 2012
Hindistan
Hindistan turumu Fest’le Mart 2011’de yaptım. Onbir günlük turun yedi günü Hindistan, son üç-dört günü de Nepal gezisiydi. Gitmeden önce, Hindistan’ın çok pis olduğunu okumuş, duymuştum. Ama, daha önce Nepal’i gördüğüm için, Hindistan için söylenenlerin abartılı olduğunu düşünmüştüm. Çünkü Nepal zaten Hindistan’la çok içli dışlı bir yerdi, hatta savunması Hindistan tarafından sağlanıyor, paraları her iki ülkede de kullanılıyor, birçok Hintli de Nepal’de çalışıp yaşıyordu. Nepal, tamam, pırıl pırıl değildi ama, sakınarak yürünecek, yemekleri yenmeyecek bir yer de değildi. Hem Yemen gibi, Vietnam, Kamboçya gibi ülkelerdeki pisliği de görmüştüm. O yüzden umursamamıştım.
Fakat daha Delhi’ye indiğim gün, söylenenlerin abartı olmadığını anladım. Sokaklarda kapısız tuvaletler, çamura batmış fare ölüleri, köpük köpük ve bulanık akan, kanalizasyonla karışık kutsal Ganga Nehri (biz ona Fransızca telaffuzuyla “Ganj” diyoruz, ama doğrusu “Ganga”ymış)... Boşuna değilmiş Fest gibi bir tur şirketinin bile öğle yemeklerini atlaması!
Ama tabii “pislik”, “temizlik” kavramlarının nasıl tanımlandığı da önemli. Daha doğrusu, Hintliler, fiziki pisliği pislik olarak görmüyorlar. Onlar için ruh temizliği önemli.
Ha, Hindistan’la ilgili söylentilerde abartılan birşey var ama: Sokaklarda bol bol inek olduğu, yolu tıkadıkları zaman müdahale edilmediği... Öyle değil aslında. Evet, inekler kutsal hayvanlar ve ortalıkta geziyorlar, ama abartıldığı kadar çok değil, trafik de inekler yüzünden aksamıyor. Gerçi Hindistan sokaklarındaki trafik de bir alem. Yük taşıyan kamyonetler, minibüsler, rikşa denen motorsikletli veya insan gücüyle çekilen araçlar, bağıra çağıra yol alış, boş yolda, dolu yolda fark etmez, sürekli korna çalmak... Bu arada, korna çalmanın sebebi, Hindistan’da farklı. Şehirlerarası yollarda bile şöförler sürekli korna çalıyorlar. Amacı, öndeki sürücüye, “dikkatli ol birader, arkanda ben varım, bir delilik yapma!” mesajı verilmesi. Zaten hemen bütün kamyon, kamyonet, otobüs, minibüsün arkasında, “Please Horn” yazılı! Hazır, trafik konusuna girmişken, otobüsler, kamyonlar öylesine süslü ki Hindistan’da... Dış kasanın ve kaportanın tamamını kaplayan rengarenk süsler o kadar abartılı ki... Yetmezmiş gibi, araçların içlerine perdeler dahi asılmış. Demek, içeride gerekli aparat var ki, uzun yolda, direksiyon başındayken cam bardakta çayını içen otobüs ve kamyon şöförleri bile gördüm!
Zaten “rengarenk”lik, ülkeye ayak basar basmaz hemen fark ediliyor. Uzakdoğuda birçok ülke gezdim, fakat Hindistan halkı kadar renkli, janjanlı giyinen kadın görmedim. Yerlere kadar uzanan sari’ler genellikle parlak sarı, turuncu, fıstık yeşili, kırmızı, pembe, her renkten desenli kumaşlar bunlar.
Gezilerde alışveriş merakım yoktur ama, Hindistan’da alış veriş yapmak bir dert. Her yer ayaklı satıcı dolu ve turistlerin yanına gelip adeta yapışıyorlar. Herhangi bir satıcıyla göz göze gelmek bir kabus. Ellerindeki tahta oymaları, resimleri, anahtarlık, kolye, yüzük gibi ıvır zıvırı, hiç almayı düşünmediğinizi söyleseniz bile, gözünüze sokarcasına, pazarlık etmeye çalışıyorlar. İlk söyledikleri fiyatı onda bire kadar düşürüyorlar. Dakikalarca yapışıyorlar. Sinirleniyorsunuz, “yahu istemiyorum, git başımdan!” deseniz de, çoğu zaman anlamak istemiyorlar! Gerçi bunu, hiç göz göze gelmeseniz de yapıyorlar ya... Artık, şansınıza.
Şimdi biraz ansiklopedik bilgi yazayım: Hindistan’ın oluşumuna ilişkin genel kabul gören bir teori, eski Gondvana kıtasının parçalanıp Asya kütlesine çarpmasıyla, iki kıtanın, bugünkü Himalayalar’ın yükseldiğ yerde birleştiğini ileri sürüyor. Bana akla yakın geliyor bu teori. Çünkü daha önceki Butan ve Tibet gezilerimde de, Himalaya eteklerinde deniz canlılarına ait fosiller görmüştüm.
Hindistan’ın nüfusu 1,2 milyar. Bunun %80’i hindu, %13’ü müslüman, %2’si hristiyan, kalan %5’i ise sikh, budist, caynacı ve diğer inançlara sahip.
Dikkat çeken başka birşey ekonominin aşırı emek-yoğun olması. Zaten ücretler de çok düşük. Böylesine büyük bir nüfusu olan bir ülkede belki belki de normal karşılanmalı. Bizdeki bazı belediye yol çalışmalarındaki gibi, 2-3 kişinin yapabileceği işleri 8-10 kişi yapıyor!
Hindistan dev gibi büyük bir ülke. Alanı, Türkiye’nin dört katından fazla. Çok da eski bir uygarlık olduğu için gezecek öyle fazla yer var ki, bir haftalık turda ancak kuzey-batıda üç-beş yeri görebildik. Tamamını görebilmek için sık sık gelmek lazım.
Beni Hindistan'a çeken şey, dünyayı tanıma tutkumun yanında, müzik tutkumdu. Bu ülkeyi nasıl olsa görecektim, fakat bir zamanlar Beatles'ın "feyz almak" için sık sık Hindistan'a gitmeleri, özellikle George Harrison'ın Hint kültüründen etkilenerek yazdığı şarkılardı. Sitar, Hint müziğinin en önemli enstrümanı. 60'larda Beatles'ın getirdiği sesle cazda ve rock müzikte birçok başka müzisyen de çalışmalarında Hint tema ve seslerini kullanmışlardı. Rock'ı böylesine etkileyen ülkeyi görmeyi bu yüzden istiyordum.
İlk durağımız Delhi’ydi. Delhi’yi ben, Yeni Delhi, Eski Delhi diye iki bölüm olarak bilirdim. Değilmiş! Hindistan 1980’lerden bu yana yaşamaya başladığımız turbo-kapitalizm çağında, ucuz işgücü nedeniyle, Çin’den sonra batının en büyük üretim üssü haline gelmiş ve global şirketler için, bir de “En-Yeni-Delhi” şehri kurulmuş. Resmen böyle bir şey yok tabii, ama şehrin dış taraflarına doğru çıkınca, Istanbul’un Maslak’ı gibi, fakat ondan çok daha geniş bir alanda, gökdelenler, iş merkezleri, büyük şirket logoları, tabelaları görülüyor. Tabii yakınında da, bu şirketlerde çalışan iş adamları ve görevliler için oteller, modern konutlar, apartmanlar. Bu yeni yapılara bakınca, ülkedeki çelişkiler o kadar keskinleşiyor ki... Halkın büyük bölümü, bizdeki gecekondu benzeri evlerde, hatta bir bölümü, tenekelerle, kutu mukavvalarıyla yapılmış, gecekonduyu bile mumla aratacak barınaklarda yaşıyor. Barınma koşulları böyle olunca da sokakların pisliğini yadırgamamak gerekiyor.
Delhi, Mumbay’dan sonra, 16 milyonluk nüfusuyla, Hindistan’ın ikinci büyük kenti. Çok yağmur almasının da etkisiyle, yemyeşil bir kent. İ.Ö.2000 yıllarına giden bir geçmişi biliniyormuş Delhi’nin. Şehiri 1192’de Müslümanlar ele geçirmiş. Hindistan 1858’de İngiliz sömürgesi olmuş, 1947’de de Mahatma Gandhi’nin liderlik yaptığı mücadele sonucu bağımsızlığını kazanmış. Bugün Delhi’de İngiliz, İslam ve Hindu kültürü bir arada yaşıyor. Halkın büyük kısmının İngilizce konuşması, kriket ve okçuluk gibi sporların yaygınlığı İngiliz kültürünün günlük hayata yansıyan tortuları olarak görülebilir. Türk, Moğol ve Hindu kültürlerinin eserleri de Delhi’de kaynaşmış durumda.
Delhi’de Kırmızı Kale’nin (Red Fort-Lal Kila) içine girmedik, ama dışarıdan görünüşü çok ihtişamlıydı. Kırmızı Kale, Tac Mahal’i yaptıran Moğol İmparatoru Şah Cihan’ın, yönetim merkezini Agra’dan Delhi’ye taşımasıyla, 1639’da inşa edilmeye başlanmış. Kırmızı Kale aslında bir saray, ibadet ve yaşam kompleksi olarak tasarlanmış. Kaleyi tamamlaması amacıyla yapılan en önemli yapılardan biri Cuma Camisi. Eski Delhi’deki müslüman nüfusun en önemli ibadet mekanı olan Cuma Camisi ayni anda 20.000 kişinin namaz kılabileceği büyüklükte.
Moğol yapılarının en dikkatimi çeken özelliği soğan kubbeli oluşları. Hümayun Türbesi de aynı tarzda inşa edilmiş. Türbe, Hindistan’da sıkça rastlandığı gibi kırmızı taşlarla yapılmış, ayrıca mermer şeritlerle süslenmiş ve çok geniş bir bahçe içinde yer alıyor.
Delhi’deki ilginç yapılardan biri de Kutub Minar. Kutub Minar Hindistan’da İslam hakimiyetinin başlangıcında, bundan 800 yıl önce, bir zafer kulesi olarak, 72,5 metre yüksekliğinde ve gene kırmızı taşlarla inşa edilen bir kule.
Delhi’deki son saatler rikşa turuyla geçti. Rikşa, bir bisikletin arkasına bağlanmış iki kişilik bir araba, ya da “çek çek” ve bisikletçinin pedala yüklenmesiyle yol alıyor. Gerçi bisiklet yerine motorsiklete bağlanan rikşalar da var, ama yaygın olan, bisikletliler.
Bu araçların çekilmesi çok büyük kas gücü gerektiriyor. Bisikletçiler 2-3 dolar için kan ter içinde kalıyor. Benzerlerine Küba’da, Vietnam’da da binmiştim. Aslında rikşa gibi, insan gücüyle çekilen arabalara binmeyi, yerel kültürün bir parçası olsalar da, sevmiyorum. Binince bisikletçiyi köle, kendimi efendi gibi hissediyorum. Bu yüzden de rahatsız edici. Ama tur programı gereği ayrı duramıyorum. Delhi’deki rikşa turunda da, bizdeki Tahtakale gibi, dar ve iki tarafı akla gelen herşeyin satıldığı küçük dükkanlarla dolu, çok kalabalık sokaklarda tur attık. O hengamede nasıl olup da kimseye çarpmadığımızı da anlayamadık. Ama, doğru, yerel yaşamı tanımak için ilginç bir turdu.
Delhi’ye hayran kalmışken, üstüne Jaipur gelince, Delhi gölgede kaldı! Jaipur, Rajastan eyaletinin başkenti. Jaipur’da neredeyse her yapı pembe. 1853’te kente gelen Prens Albert’in önerisiyle çoğu yapıda pembe taş ve boyalar kullanılmaya başlanmış. Jaipur’un geniş ana caddesinin iki yanındaki binalar, gölgeleri birbirlerinin üzerine düşmeyecek yükseklikte yapılmış. Kentin en ünlü yapısı Hava Mahal de (esintili saray) pembe kumtaşından yapılmış ve ön cephesi 953 pencere, balkon ve ince paravan işiyle süslenmiş. Binanın cephesi çok geniş olduğu için cadde üzerinden dijital 17 mm (analog 28 mm) objektifle bile fotografını çekemeyince, karşı binadaki kafenin balkonuna çıkıp çektik resimlerimizi! Cadde üzerindeki binalar da pembe, sarı, turuncu renklerde. Hemen hepsinin alt katları dükkan: Sari, eşarp, hazır pişirilmiş yiyecek, taze sebze-meyve, turistik eşya satıcıları, kınacılar, dövmecilerle dolu.
Fillere Hindistan’da çok rastlandığını duyardım ama, bir gün file bineceğimi hiç düşünmemiştim. Amber Kalesi’ne giderken fillere bindik! Ama ne azapmış bir fil konvoyuyla gitmek! Amber Kalesi bir tepenin üzerinde. Jiplerle kalenin eteğine kadar geldik, sonra 10-12 kadar filin üzerine ikişer ikişer binip dik ve taşlı yoldan tek sıra halinde onbeş dakika kadar tırmandık. Filler ön taraftan hortumlarını gelişigüzel püskürttükçe, alt taraftan da, cüsseleriyle orantılı bir tazyikle işedikçe, uçuşan ve sıçrayan sıvılarla açık havada yağmura yakalanmış gibi olduk!
Kale çok büyük bir kompleks, geniş bir avluya açılan saray ve başka yapılardan oluşan bir yaşam alanı. Amber 10. yüzyılda kurulmuş, 16. yüzyıla kadar aynı hanedan tarafından yönetilmiş. Kalenin mimarisi Hindu ve Moğol çizgilerini taşıyor.
Burçlara inanmam, ama çeşitli kültürlerde astronomiyle ilgili yüzlerce yıl önce yapılan çalışmaları öğrendikçe ciddiye almak gerektiğini de düşünmüyor değilim. Jaipur’da sadece bir tam gün kalsak da o kadar ilgi çekici yerler gördük ki! Jantar Mantar da bunlardan biri, bir rasathane. 1727-34 arasında Maharaja Jai Singh II yaptırmış. Her tarafın beyaz mermerle inşa edildiği rasathanede ay ve güneş tutulmaları, mevsim hareketleri, burç hareketleri gözlemlenip hesaplanıyormuş.
Ertesi sabah Jaipur’dan, Tac Mahal’i görmek üzere Agra’ya hareket ettik. Yolda eski bir su sarnıcı ile Fatehpur Sikri isimli hayalet şehiri ziyaret ettik. Fatehpur Sikri, 1571-85 arasında, o zamanki imparator Ekber’in, ikinci oğlu için kurduğu, ama sonradan, bilinmeyen bir sebeple terkedilen bir şehir. Buradaki başlıca yapılar Divan-ı Am (Genel Kabul Salonu), Divan-ı Has (Özel Kabul Salonu), beş katlı Pene Mahal köşkü, saray haremi, Cuma Camisi kompleksi, ve imparatora çocuğunu müjdeleyen evliya Selim Çisti’nin türbesi. Tüm yapılar gene kırmızı taştan ve olağanüstü incelikte işlemelerle bezenmiş.
Hindistan gezisinin benim için en büyüleyici yeri Tac Mahal. Agra’ya girip otele giderken uzaktan görmeye çalışmıştık, ama diğer binaların ve ağaçların arasından bir şey görememiştik. Ertesi gün, kırmızı taştan bir kapının içinden geçip de devasa mermer yapıyı görünce, hayran kalmamak elde değil!
Tac Mahal’in öyküsü hüzünlü. Moğol İmparatoru Şah Cihan, karısı Mümtaz Mahal’in 1631’de doğum yaparken ölmesi üzerine büyük bir üzüntüye düşer. Aşklarını ölümsüzleştirmek için karısı adına bir türbe inşa etmek ister. Bunun için dünyanın en seçkin ustalarını bir araya getirerek, mercan kakmalı mermer ve kıymetli taşlarla, yapımı 22 yıl süren Tac Mahal’i inşa eder.
Ne var ki, Tac Mahal’in yapımı için o kadar çok masraf yapılmıştır ki, zaten zor durumda olan hazine iyice zayıflamıştır. Bunun üzerine, oğlu Alemgir babasını tahttan indirmiş, Agra Kalesi’nde, uzaktan Tac Mahal’i göreceği bir hapishaneye hapsetmiş ve Şah Cihan, ömrünün son günlerini Tac Mahal’i seyrederek geçirmiş, ölünce de Mümtaz Mahal’in yanına defnedilmiştir.
Tac Mahal’den çıkınca, bu kez de, onun bir minyatürü gibi görünen İtimad-ud Devle Türbesi’ni gezdik. Küçük Tac Mahal olarak da adlandırılan bu türbe de Nur Cihan tarafından babası için 1622-28 arasında yaptırılmış. Çok zarif bir mimarisi olan İtimad-ud Devle’nin Tac Mahal için örnek oluşturduğu da ileri sürülmektedir.
Bir ortaçağ kenti olan Orça’yı gezmek üzere trenle Agra’dan Cansi’ye giderken, aynı kompartımanda bir milletvekili ile karşılaşmak ilginçti. Adamın yanında ne koruma, ne basın, kimse yoktu. Cansi’de inince vekili büyük bir kalabalık, coşkuyla karşıladı... O curcunada istasyondan ayrılıp, otobüsle Orça’ya hareket ettik. Burada, önemli ölçüde korunmuş duvar resimleri olan Rac Mahal’i ve kısmen tahrip olmuş 500-600 yıllık birkaç ortaçağ yapısını ziyaret ettik. Kısa bir turdu ve buradan, Hindistan’ın en güzel heykel örneklerinin yer aldığı Kajuraho’ya gittik.
Kajuraho’da 900-1100 yılları arasında 85 tapınak yapılmış. Bunların 22’si günümüze kadar gelmiş. Uzaktan bakınca Kamboçya’daki Angkor Wat’ı hatırlatan bir mimarisi var. Tapınakların dış duvarları, insanların korkularını, endişelerini, mutluluklarını, kuşkularını, aşklarını, erotik duygularını ifade eden binlerce taş oyma figürle süslenmiş.
Kajuraho’dan hayranlıkla ayrılırken, Şiva’nın kutsal kenti olarak kabul edilen, Ganga Nehri kıyısındaki Varanasi’ye gidiyoruz. Varanasi’de budist akım da güçlü. Sarnat Kutsal Alanı, ki “ceylan parkı” olarak da bilinirmiş, Buda’nın ilk vaazını verdiği yermiş. Büyük, yemyeşil tapınak alanında Darmaracika Stupası, Aşok Sütunu ve müzeyi gördük. Alanda, hiyerarşik durumlarına göre, beyaz, sarı ve koyu kırmızı elbiseler giymiş budist rahipler bağdaş kurmuş, müzik eşliğinde ibadet ediyorlar, bazıları stupanın etrafını dolaşıyorlardı.
Hindistan gezimde, tüketim portföyümün darlığından olsa gerek, pek alışveriş yapmadım. Ama tur boyunca iki yerde çok güzel mallar vardı: İlki Agra’da bir mücevher mağazasıydı. Hindistan, değerli taş çıkarımı ve işlenmesinde ileri bir yer. Gittiğimiz işletme 3-4 katlı bir yerdi ve önce kocaman, karartılmış bir salonda, mağaza sahibi ailenin değerli halı koleksiyonunu izledik, arkadan mücevher satış katlarına çıktık. Olağanüstü güzel taş işlemeleri vardı. Gezdiğim diğer mağaza ise Varanasi’de bir ipek imalathanesiydi. Birşey almadım buradan, fakat almadığıma da pişman oldum. O kadar güzel, incecik ipek dokumalar vardı ki... Tutup havada bıraksanız, yere, süzülerek düşecek kadar hafif eşarplar... Üstelik ucuz da... Ama artık o da gelecek geziye kaldı!
Kutsal Ganga Nehri, Hindistan gezisinde en merak ettiğim yerdi, ki o da gezinin son gününe ya da gecesine kalmıştı. Ölünce, küllerinin Ganga kıyısında yakılması ve nehre atılması her Hindu’nun rüyasıymış. Ganga’da hayat Hindular için adeta geceyarısı saatlerinde başlıyor.
Güneşin doğuşunun karşılanması, dualar edilmesi, ölü yakma törenleri, nilüfer çiçekleri içinde yakılan mumların nehire bırakılması gibi dini ritüeller, ayrıca çamaşır yıkama, yıkanma gibi günlük işlerin yapılması, hepsi Ganga’da yapılıyor.
Ganga’yı tanımak için gece saat 3’te uyanıp, çamurlara, pislik birikintilerine basmamaya dikkat ederek, Hinduların pek çoğunun uyanmış olmasına rağmen, sokak kenarlarında uyuyan ineklerin arasından geçerek nehir kıyısına geldik ve bir tekneye bindik.
Alacakaranlıkta pek belli olmuyordu ama gene de bulanık görünüyordu nehir. Kürekçi kürekleri çektikçe üzerime su sıçramasın diye öyle dikkat ediyordum ki! Çünkü hava hafif aydınlandıkça, ki saat 4 civarinda ne kadar aydınlanabilmişse, nehrin pisliği iyice ortaya çıkıyordu.
İndira Gandi zamanında arıtma sistemleri kurulmuş olsa da, demek ki, akan kanalizasyonu temizlemeye yetmiyordu. Su, köpük köpük, kirli bulanık renkte ve ilerledikçe, kıyıda insanların o suyu içerek ruhlarını arındırdıklarını izlemek şaşırtıcıydı.
Nehir turunu bitirip kıyıya döndüğümüzde hava aydınlanmıştı. Artık Hindistan’dan ayrılma zamanı gelmişti. Son kez çamurlu kirli sokaklardan geçerek Nepal uçağı için havaalanına gitmek üzere otobüse bindiğimde, sokakların, insanların aşırı kirli olmasına, satıcılarının bıktırıcı yapışkanlığına, öğlenleri temiz ve güvenli yemek yiyebilecek bir yer bulamamamıza rağmen, en kısa zamanda tekrar bu ülkeye gelmenin planlarını yapıyordum.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
Elinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş..
ReplyDelete