Tuesday, October 23, 2012

İran


İnsan son nefese hazır gerekmiş
Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş
Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz
Böyle dirilirsek işimiz iş
-Ömer Hayyam, “Dörtlükler”, Çeviri Sabahattin Eyüboğlu


Lisede edebiyat derslerinde de okurdum Hayyam’ı, ama onca yıldan ve değişimden sonra İran’da, değil meyhane, üzüm bağı bile görebileceğimi düşünmüyordum, ki öyle de oldu.
Pers kültürünün zenginliğinin farkındaydım, fakat islam devriminin de çok şeyi değiştirdiğini biliyordum. Şiraz’da bile, üzüm bağlarının hemen hepsi yok edilmiş, başı açık kadın görmek mümkün değil, bira dahi içmek yasak, sigara kullanan da pek yok, erkekler genellikle molla giysileri içinde, müthiş bir milliyetçilik ve islamcılık pompalanıyor: büyük caddelerin çoğunda İran bayrakları ve Irak savaşında ölen askerlerin fotografları var, akşam erken saatlerde sokak hayatı duruyor...

Buna karşılık, istenirse istediğiniz içki, gizli içmek şartıyla, bulunabiliyor. İranlı rehberimiz rehberliğin yanında, bir üniversitede felsefe hocalığı da yapıyormuş. Sabahları otelimize geldiği zaman hep içki kokusu alırdım, sanki kibrit çaksam alev alacakmış gibi, bir gün sormuştum, “nereden buluyorsun bu içkiyi, falakaya yatırırlar seni, kırbaçlarlar” diye. Demişti ki, “kolay, bana ne istediğinizi söyleyin, bir saat sonra getireyim, viski, şarap, bira, kadın, esrar...”. “Ama yasak değil mi bunlar, üstelik ağır cezaları var” demiştim, ki cevabı daha ilginçti: “Ama, işin başında mollalar var!” Yasaklar her zaman ters teptiği için de İranlı gençler arasında gizli gizli içki, eğlence, "dudak uçuklatan ev partileri" yaygın.

İran’da her kadının kara çarşaflar içinde sokağa çıktığını sanırdım. Ama o kadar değilmiş. Humeyni’nin mezarının olduğu Kom gibi koyu muhafazakar yerlerde kara çarşaflılar çoğunlukta belki, ama Şiraz ve İsfahan gibi büyük yerlerde, özellikle başkent Tahran’da birçok kadın saçlarının bir kısmını açıkta bırakan baş örtüsü (türban değil, baş örtüsü) kullanıyor. Ayrıca Türkiye’deki türbanlılarla karşılaştırılınca, İranlı kadınların esas farkı, kendilerini toplumdan fazla soyutlamamaları: Erkekler, çarşaflı ya da baş örtülü genç kızlarla, kadınlarla, gayet rahat konuşabiliyor. Bazı kızlarla konuştuğumuzda, esas sorunlarının örtünmek olmadığını, hatta bunu genellikle inançlarından ötürü yaptıklarını, ama üstünde durulması gereken şeyin ekonomik sorunlar olduğunu söylediler. Bununla birlikte, islam devriminin bazı kesimler üstünde çok daha etkili olduğunu da gördük: Konuştuğum liseli bir kız, mükemmel İngilizce’siyle, ileride hukuk okumak istediğini, fakat “kadınların daha duygusal olmaları nedeniyle, yargı aşamasında, yanlış kararlar verebileceklerini düşündüğü için” hakim olmak istemediğini, avukatlığı tercih edeceğini söyledi!

Gece hayatına gelince... Akşamları iş çıkışlarından sonra sokaklar genellikle boşalıyor İran’da. Akşamları gidilebilecek bar, kafe, restoran, eğlence yerleri yok ya da varsa bile daha çok erkekler için. Ama öğrendiğime göre, İran’da gençlerin gece hayatı Istanbul’dakinden bile uçukmuş. Oxford’da ve İran’da pers dili ve kültürü okuyan, tesadüfen tanıştığım bir Türk kız öğrenci, İranlı üniversite arkadaşlarından birinin Tahran’da evinde düzenlediği bir partiye katıldığını, burada gördüğü çılgınlığı Londra’da bile görmediğini ve sonunu bekleyemeden partiden ayrıldığını söylemişti. Zaten bu gibi haberler zaman zaman basında da çıkıyor. Çünkü İran’da on yıl süren İran-Irak savaçı nedeniyle genç nüfus oranı yüksek. Diğer taraftan, İran kültürünün çok eski ve köklü bir geçmişi var. Gençler arasında kitap okuma çok yaygın. Rejim de bunu destekliyor: Batıda yayınlanan birçok kitap farsçaya çevrilip, telif hakkı ödenmeden bolca basılıp, ucuz fiyata satılabiliyor. Dolayısıyla gençler, dünyaya çok daha açıklar. Tarihçi İlber Ortaylı'nın bir sözü var: "Mısır ve Acem entellektüelini bizim topraklarımızda bulmak zordur."

İran’da, Türkiye’deki gibi her köşe başında bir cami göreceğimi sanıyordum, beklentimin tersine sayı olarak çok daha az cami var, ama büyük, görkemli ve bakımlı camiler. Hele o İsfahan’daki Mescid-i Şah... Sonra o meydanlar, köprüler, bahçeler... Aklıma gene o lise edebiyat derslerinde öğrendiğim şiir geliyor. 15. yüzyılda Şair Nedim demiş ya:

Bu şehr-i İstambul ki bi misl-ü behadır
Bir sengine yekpare acem mülkü fedadır.


Yok işte, öyle değil artık! Nedim zamanında olabilir belki ama bugün bence öyle değil. İstanbul’un aksine, İran birçok eski eserini çok güzel korumuş. Camilerini korumuş. Camilerin etrafındaki yapıların camileri gölgede bırakmamasına dikkat etmiş. Geniş havuzlu, çiçekli meydanları, geniş caddeleri, bakımlı, tertemiz, çiçekler içinde parkları, hatta birçok kentinde metrosu, bisiklet yolları olan olan bir ülke.

İran müziği Türk müziğine benziyor. Zaten tarih boyunca iki kültür iç içe girmiş. Aşağıya bir şarkı yüklüyorum ama ne tam olarak İran, ne de tam batı formatında bir müzik bu, ikisini de içeriyor. Birkaç yıl önce, Hollandalı folk müzisyeni arkadaşım, Linde Nijland, uzun süren doğu yolculuğunda İran’a da uğramış, Kazvin kentinde İranlı sanatçılarla, önce bir İngiliz folk, ardından sözleri Mevlana’ya ait bir İran müziği kaydetmişti.

http://www.youtube.com/watch?v=H5ueEs88O6Y

2007’de, bankacılığı bıraktığım günlerde gitmiştim İran’a, notlarımı bugün, 5 yıl sonra yazabiliyorum! Demek, emekliliğin rehavetine kapılmışım! Ama bundan sonra gezi notlarımı sıcağı sıcağına aktarmaya çalışacağım.

İran halılarının ününü Tahran’da otele girdiğimizde anladım. Duvarlarda Renoir’ın fırçasından çıkmış gibi çerçeveli tablolar görmüş ve ressamın kim olduğunu merak etmiştim. Sonradan güçlükle farkettim ki, incecik ipek halılarmış bu eserler!


Tahran tipik bir başkent havasında. Burada kadınlar araba kulanabiliyor, baş örtülerini arkaya atabiliyor, iş hayatında daha çok yer alabiliyor ve daha rahat yaşayabiliyorlar. Tahran’ı, gezinin sonlarında tekrar gelmek üzere bırakıp Meşhed ve Tus’a gittik. Meşhed’de ilk durağımız şii mezhebinin oniki imamdan biri olan İmam Rıza’nın türbesinin de yer aldığı Estan-ı Gods Rezavi Külliyesi’ydi. İmam Rıza bu kentte, 817 yılında, zehirli üzüm yedirilerek şehit edilmiş ve bu yüzden de kente, “şehit olunan yer” ankamına gelen Meşhed adı verilmiş. İran’daki camilerde ayna çok kullanılıyor. Burası da öyle. Küçük, geometrik şekillerde kesilmiş, tavandan sarkan aynalar, duvarlara, sütünlara bezenmiş ayna parçaları, bir taraftan da kristal avizeler, camileri ışıl ışıl yapıyor. Fakat İmam Rıza’nın türbesi hınçahınç doluydu, ki genellikle de namaz saatlerinde öyle oluyormuş. Ter kokusu, kalabalığın itiş kakışı, arada hıçkırarak dua eden, gözyaşı döken insanlar, dilek ya da bağış için oraya buraya iliştirilen kağıt paralar... Bunlar da caminin estetiğini zedeleyen görüntülerdi.

Tus’ta ise Firdevsi’nin görkemli anıt mezarını ziyaret ettik. Anıt, mermerden inşa edilmiş ve duvarları ince mermer işlemelerle süslü, dış mekan yemyeşil bahçe olarak düzenlenmiş ve en önemlisi, unutulmaması. Daha sonra da ziyaret ettiğimiz anıt mezarlarda gördüğümüz gibi, gerek okullardan, otobüslerle toplu olarak, gerek ailelerden, o kadar ziyaretçi geliyor ki buralara. Ulusal kültürün canlı tutulmasına çalışılıyor. Hatta belki, şarap düşkünü olduğu için, molla rejiminin desteğini alamayacağını düşündüğüm Hayyam’ın mezarına bile, okullardan otobüslerle ziyaretçi taşındığını görmek şaşırtıcıydı.
 
Nitekim Nişabur’a gittiğimizde 12 yüzyıl sufi şairleri Attar ve Ömer Hayyam’ın mezarları da, çok büyük bahçeler içinde, tıklım tıklımdı. Hayyam’ın mezarı ters çevrilmiş şarap kadehi şeklinde. Mezara yaklaştığımda bir müzik duydum. Yaşlı bir iranlı, elini şakağına koymuş, Hayyam’dan rubailer okuyordu! Bahçe cıvıl cıvıl... Kuş sesleri, genç kızların, delikanlıların sesleri, rengarenk çiçekler, “çayhane”ler... İranlı öğrenci kızlar, yukarıda da anlattım ya, saçları kapalı ama, kafaları hiç kapalı değil: Bir grup kız, bizim turist grubu görünce, kendi aralarında kıkırdamaya başladılar. Başka bir köşede başka bir grup kız, onlar da öyle... Sonra biri bana doğru gelip, sanki fark etmemiş gibi, hafifçe omuz atıp hemen arkadaşlarının yanına gitti ve hep birlikte gülüşmeye başladılar! Başka bir kız uzaktan kardeşime bakarak, “I love you!” diye bağırıp, gene arkadaşlarıyla “bir yasağı kırmışlar gibi”, hınzırca gülüştüler! Etrafımızı sarıp birlikte fotograf çektirmeleri de ayrı! Bu gençleri görünce, mollaların işinin zor olduğu anlaşılıyor!


Nişabur’dan sonra, gece Tahran’a dönüp, ertesi sabah Yezd’e uçtuk. İran’da mesafeler uzun olduğu için genellikle uçak kullandık, ama neyse ki korktuğumuz başımıza gelmedi: İran’da uçaklarda cep telefonu kullanılmaması anons edilse de, çok kişi gizli gizli telefonunu açıyor! Yemen’de daha yaygındı bu hastalık, İran’da insanların daha kontrollü olacağını düşünmüştüm, fakat değiller. Neyse, Yezd’e sağ salim indik. Unesco, burayı dünyanın en eski kasabalarından biri olarak kabul ediyor. Geçmişi İÖ 700’e dayanıyor. O dönemde Yezd, Zerdüşt topluluğunun merkezi imiş. Şehir 640’larda arapların eline geçmiş, ipekyolu üzerinde önemli bir ticaret merkezi haline gelmiş. Bugün zerdüştlerin İran nüfusundaki payı %1’in altında olsa da, Zerdüşt Tapınağı Ateşgah’da 470 yılında yakılan ateş bugüne kadar söndürülmeden devam ettirilmiş. Yaygın bir inanç olmamakla birlikte, dünyanın her yerinden zerdüştler için kutsal bir ziyaret mekanı burası.

Zerdüştler cenaze törenlerini “sessizlik kuleleri”nde yaparlarmış. Zerdüştlük inancına göre, ölerek Ahura Mazda’ya ulaşan kişinin, ruhu bedenini terk eder, ruhsuz kalan bedenin ateşi, suyu ve toprağı kirletmemesi gerekir, bu yüzden, ölen kişi bir sessizlik kulesine konur, burada akbabalar tarafından parçalanır, kalan kemikler de kule dibinde bir çukura atılırmış. Bu kulelerin kullanılması 1978’de yasaklanmış. Artık zerdüştler ölülerini tapınağın eteklerinde bir mezarlığa gömüyorlarmış.

Yezd’deki ilginç yapılardan biri de rüzgar kuleleri. İranlıların “bagdir” dedikleri rüzgar kuleleri, yapıların üstlerinde yer alan baca deliği gibi oyuklarda topladıkları rüzgarı, yapıların içine aktararak serinlik sağlayan, böylece doğal klima işlevi gören yapılar.


Yezd’den Şiraz’a doğru giderken yolda Abarkuh ve Pasargad’a uğradık. Abarkuh’ta doğal buzdolapları ilginç yapılar. Doğal buzdolapları hem içeriden hem dışarıdan konik yapılar ve yiyeceklerin soğutulmasında, hatta buz üretiminde kullanılırmış bir zamanlar. Bugün tabii kullanılmıyorlar ama şehirde çok sayıda doğal buzdolabı var ve korunuyorlar.


Pasargad’da ise II. Kuroş’un (Cyrus) mezarını gezdik. Pasargad, Ahameniş İmparatorluğu’nun (İÖ 550-330) başkenti. II. Kuroş, kenti kuran imparator. Bugün “lira”nın ufağı olarak kullandığımız “kuruş” sözcüğü, Kuroş’tan geliyormuş. Kuroş için yapılan mezarda büyük miktarda altın, mücevher ve değerli eşyalar kullanılmış. Tarihçi Strabon’un yazdığına göre, anıt mezarda “Ben Kuroş. Pers İmparatorluğunu kurdum ve Asya’nın kralı oldum. Bu mezarı bana çok görmeyin” ifadesinin yer aldığı bir yazıt da varmış. Ama çok görmüşler, sonraki yıllarda bölgeye yerleşen halk mezarı yağmalamış, geriye taş bloklardan başka, pek birşey kalmamış.

Gece Şiraz’a gidip konakladıktan sonra, İran gezisinin zirve noktasına, antik Persepolis’e gittik. Persepolis Pers İmparatorlığu’nun başkenti, İran’da gördüğüm en sanatsal antik miras. Persepolis’te saraylar, tören alanları, depolar, ahırlar ve benzer bölümlerden oluşan bu yapıların inşasına İÖ 515’te Büyük Darius zamanında başlanmış, zamanla genişletilmiş, İÖ 331’de Büyük İskender tarafından yakılıp yıkılmış, daha sonra uzun süre kum ve toprak altında kalmış, 1931’de başlayan kazılarla da gün yüzüne çıkarılmış.

Şiraz’a geri dönerken yol üzerindeki bağlarda bahçelerde üzüm görmeyi çok istedik ama o meşhur Şiraz üzüm bağları yok artık. Yerlerinde başka tarım ürünleri yetiştiriliyor. Oysa biraz sonra Şirazlı Sadi’nin mezarını ziyarete gidiyoruz.

Arkasından da Hafız’ın mezarına. İkisi de şaraptan aldıkları keyifle yazmışlar gazellerini, şiirlerini...


Mesela, Hafız demiş ki,
Ey şaraptan aldığımız lezzetten haberi olmayan!
Biz kadehte sevgilinin yüzünün aks’ini görürüz.
-Çeviren Özer Ertuna, 2004


Her iki ustanın mezarları baş örtülüsü çarşaflısı, sarıklısı takkelisi, yoksulu zengini, her yaştan ziyaretçilerle dolu. Şaşırmamak elde değil!

Şiraz’da çok güzel büyük camiler var. Nasr-ı Mülk Camisi’nin mukarnasları ve çinileri etkileyici.



Vekil Camisi’nin özelliği, içindeki 48 sütunun tamamı tek parça taştan yontulmuş olması. Cami 1773'te Kerim Han tarafından yapılmış. Ancak, içerideki çiçek desenli işlemelerin çoğu daha sonra camiye eklenmiş. Caminin mimberi ondört basamaklı yekpare mermerden yapılmış. İç avluda ve mihrabda çok güzel çini işlemeleri var.

Şah-ı Çerağ Türbesi şiiliğin oniki imamından İmam Rıza'nın kardeşinin anısına 14. yüzyılda yapılmış. "Işıkların şahı" anlamına gelen Şah-ı Çerağ'nın iç duvarları milyonlarca küçük ayna ile kaplı. Aynaların ışığı yansıtmasıyla türbenin içi pırıl pırıl parlıyor.

Şiraz’daki ilginç ziyaret yerlerinen biri de Narencistan Sarayı. 18. yüzyılda yapılan sarayın bahçesine girer girmez mis gibi narenciye kokuları başlıyor. Birkaç yapıdan oluşan bu sarayda da ışığı yansıtarak aydınlık bir alan yaratmak amacıyla ayna işçiliğinden yararlanılmış.


İran, özellikle de Şiraz, bahçeleriyle ünlü. İrem Bahçesi de (Bagh–e Eram) adeta bir sanat ürünü. 1853’te yapılan bahçede dış tarafı çok güzel seramik panolar bezeli bir aynalı salon, havuzlar, rengarenk çiçekler, çayhaneler, selvi ağaçları var. Hukuk Fakültesi de bahçe alanı içinde yer alıyor.


İsfahan’a gelince, Nedim’in Istanbul’u biraz kayırdığı daha iyi anlaşılıyor! İsfahan’la ilgili bilgiler 4. yüzyıla kadar uzanıyormuş. Kent 15. yüzyıla kadar bir sürü saldırılara uğramış, el değiştirmiş, 17. yüzyılda Safeviler’in elinde gelişmeye başlamış. Camiler, mescidler, köprüler, meydanlar, parklar, bahçeler, çarşılar, halıcılık, çinicilik ve daha bir sürü imaret ve sanat öylesine hayranlık uyandırıyor ki, İranlılar İsfahan’a “Nefs-i Cihan” (dünyanın yarısı) diyorlar. Burada kaldığımız Abbasi Hotel de bugüne kadar kaldığım en güzel otellerden biriydi. Eski bir kervansaray olan bir yapı, restore edilerek turizme açılmış.


Nakş-ı Cihan Meydanı ve Mescid-i Şah, islam devriminden sonra İmam Meydanı ve İmam Camisi olarak adlandırılmış. 510 metreye 165 metrelik ölçüsüyle dünyanın en büyük meydanlarından biri olan Nakş-ı Cihan 1612’de yapılmış, üzerinde Mescid-i Şah’ın yanında, Bab-ı Ali Sarayı ve Şeyh Lutfullah Camisi de yer alıyor. Şeyh Lutfullah Camisi'nin kubbe işlemeleri görülmeye değerdi.


Bu yapıların içeriye bakan taraflarında da sıra sıra dükkanlar var. İran’da camilerin bir özelliği, içlerinin nispeten küçük olması ve namazların genellikle geniş meydanlarda kılınması. Mescid-i Şah da meydanla aynı tarihte, Şah I. Abbas tarafından inşa edilmeye başlanmış, ancak 1683’te tamamlanabilmiş. Caminin 30 metre yüksekliğinde, çinilerle süslü, anıtsal bir giriş kapısı var.


İsfahan’ın turistik mekanlarından ilginç bir tanesi Sallanan Minareler ya da yerel adıyla Manar Jorban. 1300’lerde yapılan küçük bir caminin iki minaresinden birinin içine, bir kişi, öğleden sonra saat 5’ten sonra bir kişi çıkıyor ve minareyi sallıyor ve aynı anda diğer minare de kendiliğinden sallanıyor! İşin arkasında “sihir, keramet” aranıyor tabii ama, sanıyorum, iki minarenin, ahşap kalaslarla birbirine bağlı olmasından kaynaklanan bir durum bu. Söylendiğine göre, son zamanlarda minarelerin altında ufak çatlaklar oluşmuş.

İsfahan’da çok güzel köprüler de var. Gördüklerimin en uzunu 300 metre uzunluğundaki, 3 katlı, 400 yıllık Siosepol Köprüsü. “Siosepol”, “33 gözlü” demekmiş. Köprünün iki ayağında çayhaneler var.
Hacı Köprüsü ya da Khaju Köprüsü de 105 metre uzunluğunda, 23 kemerli ve 350 yıllık. İnsanlar, üstü çini işlemelerle süslü kemerlerin önünde, basamaklara oturup, manzarayı seyrederken sohbet ediyorlar.

Köprülerden sonra Çehel Sütun Sarayı’na gidiyoruz. 67 dönümlük bahçe içindeki saray “40 Sütunlu Saray” olarak da biliniyor. Saray bu ismi, verandadaki 20 sütun ve bunların, sarayın önündeki havuzda, sudaki yansımasından almış! 17. yüzyılda Şah I. Abbas’ın kabul mekanı olarak yapılan sarayın duvarları İran tarihine ilişkin tablolarla süslenmiş.

İran’da ermeni nüfusunun payı yüzde 1’in altında, ama yaklaşık 350 yıllık Ermeni Vank Katedrali korunuyor. Kilise, Tevrat ve İncil’den resmedilen hikayelerle dolu.

İsfahan’da bir de Yahudi Mezarlığı ziyareti yaptık. Yahudilerin bu topraklardaki 2.700 yıllık geçmişi varmış. İran yahudileri, çeşitli baskılar sonucunda 1600’lerde İsfahan’a yönlendirilmiş, ancak burada da müslümanlığa geçmeleri için baskıya maruz kalmış, çoğu, bunu şeklen kabul etmekle beraber, gizli gizli yahudilik inançlarını sürdürmüşler. Bugün İran’da 40.000 civarında yahudi olduğu söyleniyor. İsfahan’daki mezarlık ise oldukça eski olmakla birlikte, fazla tahrip olmamış.

İsfahan’da birkaç da Güvercin Kulesi gördük. Kuleler civardaki kavun tarlalarında kullanılmak amacıyla gübre üretmek için yapılmış ve halen de kullanılıyor! Tarihi kayıtlar 14. yüzyılda kentteki güvercin kulelerinden söz ediyormuş. Çapları 15-25 metre, yükseklikleri 10-14 metre arasında değişen kuleler, toprak, kireç, alçı ve tuğladan inşa edilmiş. Güvercinler, kulelerin içindeki tünek yerlerine rahatlıkla konabiliyor, içeride uçabiliyorlar. Kuleler tabii ki kesif gübre kokusu içinde!


Geniş avlulu camilerden biri de Cuma Camisi. Avlunun boyutları 65x76 metre. Yapımına Selçuklu Hükümdarı Melikşah tarafından 11. yüzyılda başlanmış, zamanla çeşitli ilaveler yapılmış, Irak Savaşı’nda büyük hasar görmesine rağmen restore edilerek bugünkü durumuna gelmiş.
İslam mimarisinin başyapıtlarından biri olarak görülen Cuma Camisi bugün bile dünyanın en büyük camisi olarak biliniyor. Caminin minareleri, kubbeleri ve iç mekanı muazzam çini süslemeleriyle bezeli.
İsfahan’da son gecemizi bir “zorhane”de gösteri izleyerek geçirdik. Zorhaneler İran’da yaygın spor mekanlarıymış. Bir davulcu, bir kaidenin üzerinde davulla ritm tutarak gösteriyi yönetiyor, aşağıdaki alanda da gençler yaylarla, lobutlarla, çeşitli ağırlıklarla, yer yer akrobatik hareketlerle güç gösterisi yapıyorlar.

Ertesi sabah, kalbimi İsfahan’da bırakarak Natanz üzerinden, halıcılığı ve çiniciliğiyle ünlü Kaşan’a geçtik. Aslında kalbimi nerede bırakacağımı da şaşırdım artık! Kaşan çölde kurulu eski bir kent. Buradaki birçok yapı Sasani döneminden miras kalmış, ancak yeni bazı çalışmalar, Ahameniş döneminden de izler ortaya çıkarmış. Eski yapılardan birine yaklaşınca, içeriden cıvıl cıvıl sesler gelmeye başladı. Kapıdan girince onlarca kız çocuğu neredeyse etrafımızı sardı, bağırış, çağırıs, gülüşmeler... Kız okuluymuş! İçeri girince kapı aralığından, masanın arkasında oturan bir adam gördüm, başını iki elinin arasına almış, “nasıl baş edeceğim ben bunlarla” dercesine gülerek bana baktı! Nasıl enerjik, hayat dolu bu çocuklar, anlatılır gibi değil. Hepsi ellerinde küçük fotograf makineleri, hem bizi çekiyorlar, hem de bizimle resim çektiriyorlar, etrafımızı sarıyorlar, durmadan sorular soruyorlar, konuşuyorlar... Hepsi kara çarşafa sokulmuş ama, o zaman anlıyorsun, hepsinin gözleri, açık!


Kaşan’da ziyaret ettiğimiz diğer yerler ise şunlar:
Tabatabeai Evi, tüccar olan ailenin 1840’larda yaptırdığı bir sanat şaheseri. Evin inşasını Ali Maryam Usta yapmış. Mermer işçiliği, mozaikler ve vitray çalışmalarıyla klasik Pers mimarisinin bir örneği.


Aynı usta bir süre sonra da, Tabatabeai ailesinin yeni evlenen kızı için, Boruçerdi Evi’ni de inşa etmiş. Boruçerdi ailesi de tüccarlıkla iştigal ediyormuş. Taş işçiliği, avluları, rüzgar kuleleri, duvar resimleriyle saray gibi bir yapı.
Bozorg Ağa Camisi 19. yüzyıl İran İslam sanatının güzel örneklerinden biri. Yapının mukarnas işçiliği, resimleri, çini kubbeleri, mozaik kaplı iki minaresi dikkat çekici.

Kaşan’ın ardından, Humeyni’nin doğum yeri olan Kum kentinde kısa bir süre kalıp, dönüş için Tahran’a geçtik. Tahran’da Ulusal Müze, Seramik ve Cam Müzesi ve Halı Müzesi gezilerinden sonra, Gülistan Sarayı’yla İran gezisini bitirdik. 16. yüzyılda yapılan saray Pehlevi Ailesi döneminde de törenlerde kullanılmış. Gül bahçesi içindeki ve gül desenli seramik kaplamalarıyla Gülistan Sarayı bugün bir müze olarak ziyaret edilebiliyor.

İran gezisine çıkarken batı medyasının pompaladığı imajların oluşturduğu bir önyargım vardı. Ama iki haftalık gezi sonunda, ülkenin birçok büyük şehirini görünce, hem İran medeniyetinin, hem insanların hayat tarzının düşündüğümden çok farklı olduğunu öğrendim. İranlılar, ideolojik olarak hiç desteklemediğim bugünkü rejim dahil, kültürel miraslarını bugüne kadar korumuşlar. Halka, belki bir milliyetçilik pompalanıyor ama, diğer taraftan, İran’ın da bir “küresel köy”e dönüşmediğini görmek güzel.

Parklara piknik yapmak için gelen aileler, yere örtü serip, getirdikleri yiyecekleri açıp yiyor, sohbet ediyorlar, ama akşamüstü toparlanıp kalktıklarında yerde tek bir çöp bırakmıyorlar. sokaklarda dahi çöp, kağıt mendil, pet şişe görmedim.

Temizliklerinin yanında, insanlar son derece cana yakın. Kızlar, kadınlar, mecburen başlarını örtüyorlar fakat yobaz değiller. Döndüğüm zaman birçok kız arkadaşıma İran’ın görülmesi gerektiğini söylediğimde, başlarını örterek molla rejimine ödün vermek istemediklerini, o yüzden gitmeyi düşünmediklerini söylediler. Diğer taraftan, İranlılar çok fazla kitap okuyorlar.

Umarım 2010’larda başlayan “arap baharları”nın bir benzeri İran’da yaşanmaz, Suriye gibi başına dert açılmaz, çünkü daha beş sene önce gittiğim Suriye’de gezdiğim hemen her yerin bugün toz duman olduğunu görmek üzüntü verici.

No comments:

Post a Comment