Wednesday, December 5, 2012

Küba


1973 yılında, Ant Yayınları’ndan çıkan Ernesto Che Guevara’nın “Savaş Anıları”nı okuduğumda, ki gözlerimin yaşardığını hatırlarım, Küba merakım başlamıştı. Sonra üniversiteye girince, öğrenci derneğinde Time dergisinden Küba’yla ilgili yazıları okur, arkadaşlarıma çevirirdim. Tabii Küba’yla, Fidel’le, Che’yle ilgili her kitabı da okurdum. Sonra, yurtlar basıldığı günlerde hepsini balkondan aşağı atar, ertesi gün kitapçılara gidip tekrar alırdım! Bir de yeşil şapkam vardı, hep kullandığım. Arkadaşlar bu yüzden bana “Fidel” derlerdi. Gitmeyi de çok isterdim Küba’ya o yıllarda ve başka Latin Amerika ülkelerine, çeşitli sebeplerle. Ama imkansızlık, parasızlık, sonraları iş kaygısı, hayat hay-huyu, ancak 2008’de fırsat bulabildim, iki haftalığına.

Tabii bu arada ilk gençlik günlerim de geride kalmıştı. Acaba Küba modeli benim için hala bir ideal miydi... Küba, bir başarı mıydı, yoksa çok kişinin yazıp çizdiği gibi bir hayal kırıklığı mı? Ne kadar romantizmdi, ne kadar gerçek? 70’lerdeki duygularım ne diyordu, hayatı daha iyi tanımış, iş güç sahibi olmuş ve olgunlaşmış tarafım ne? Anladım ki, artık ne sadece romantiktim, ne de sadece ekonomist. Küba’nın ekonomik olarak çok eksiği var. Refah düzeylerinin yükseltilmesi için hiç el atılmamış, ama kullanılabilecek çok potansiyeli var: Tarım alanlarının küçük mülkiyete biraz daha açılması, çalışanları şevke getirmek için biraz ücret farklılaşması, insiyatif kullanımının maddi olarak teşviki... Turizm ise bence ikincil derecede önemli. Çünkü turist geldikçe, Kübalılar “marka”yla, popüler kültür değerleriyle, tüketim toplumu imajlarıyla karşılaşıyorlar. Bu da ülkenin turbo-kapitalizmin etki alanına girmesini, belki de “son kale”nin yıkılması tehlikesini barındırıyor.

Butan, mesela, bu tehlikeyi mesafeli tutmak için, kontrollü bir turizm politikası uyguluyor. Ülkeye turist kabulü sınırlı, giriş ücretli... Gerçi Butan sosyalist olarak tanımlanmıyor ama, uygulamada ciddi bir sosyal denge var ve amaçları, ülkenin kültürel değerlerinin batı kültürüyle yozlaştırılmaması.
Bugünkü Küba, sosyalist idealler bakımından bazı başarısızlıkları olsa da, insanlarıyla, doğasıyla, kültürüyle, mimarisiyle çok güzel.

Bir de, burayı ben hep "Küba" diye bilirdim, doğrusu "Kuba"ymış. Kübalılar "Kuba" diyor. Istanbul’dan, Paris üzerinden Havana’ya indiğimizde akşam saatleriydi. Türkiye’den yapılan Küba gezilerinde genellikle iki durak olur: Havana ve Varadero. Bizim gezimiz on gün sürdü ama Varadero’ya uğramadık. İyi de ettik, çünkü, gidenlerin anlattığına göre Varadero deniz tatili yapmak isteyenlerin uğrak yeriymiş. Amacımız o olmadığı için denizi Bodrum’a erteleyip, Havana sokaklarında yürümeye başladık!
Havana’da sokağa adım attığım anda “devrim havası”na girdim! Köşebaşlarında Fidel, Che, Camille Cienfuegos resimleriyle süslü billboard’lar, duvar yazıları kenti, hatta daha sonra gördük ki bütün ülkeyi, sarıyor. Havana tamamen tarihi bir kent. Hemen her yapı eski püskü, bakıma muhtaç, ama nasıl oluyorsa çok çekici, estetiği olan bir kent. İspanyol kolonyal döneminden kalma birçok bina, pastel renkli boyaları dökülmüş halde de olsa, çoğunlukla konut olarak kullanılıyor. Yollarda da zaten hep 1960 öncesinin Amerikan arabaları, Chevrolet, Dodge, Chrysler, Buick’ler. Bu haliyle, uyumlu bir eskilik kenti sarıyor!

Üzücü olan ise fakirlik. Evlerin bir kısmında elektrik yok. Halk bir tüketim toplumu değil, fakat basit bazı ihtiyaçlarını bile doğru dürüst karşılayamıyor. Sokaklarda birçok çocuk nedense kalem ve sabun istedi. Kalem, üretimi o kadar da zor birşey değil, ama demek ki yetersiz. Ülkenin her tarafı palmiye ağaçlarıyla dolu olduğu halde, palm yağından sabun üretemiyor olmalılar ki, sabun bu kadar aranıyor. Ayrıca esas iç acıtan şey, kaldığımız büyük otellerdeki restoran çalışanlarının, tabakları toplarken, artan kurabiye, peynir gibi yiyecekleri gizlice atıştırmaları, ceplerine atmalarıydı. Aylık geliri 10-15 dolar olan garson gençlerin, otelde tek gece için 100 doların üzerinde para ödeyen bizim gibi turistler hakkında ne düşündüklerini tahmin etmek zor değil.




En gösterişli mimari örnekler ise Devrim Meydanı’nda (Plaza Del Revolucion). Meydanın çevresinde Jose Marti Anıtı, bakanlık binaları, Komünist Parti Merkezi ve birkaç kamu binası var. En etkileyici olanı da, Che Guevara’nın devrim sonrasında bakanlık yaptığı ve şimdi üzerinde büyük bir Che figürü olan Sanayi Bakanlığı.

Cojimar’a giderken çocukluğumun en sevdiğim yazarlarından Ernest Hemingway’in (diğeri John Steinbeck’ti) evini göreceğim için sevinçliydim, ancak evin kapısından döndük, hayal kırıklığı oldu. Rehberimiz hatalıydı ama, Küba’da da bürokrasinin lakaytlığı göz ardı edilemiyor işte. Bekçi, kapıyı kilitleyip gitmiş, o kadar! Ama gene de Cojimar’a gittik. Deniz kıyısında sevimli, Amerikan arabalı, ufak bir köy. Hemingway’in barında romumuzu içtikten sonra tekrar Havana’ya döndük.

Ertesi gün Santiago de Cuba’daydık. Burada gezecek öyle çok yer var ki. Sokaklar şirin, eski evlerle dolu. Her köşede müzik yapan, dans eden insanlar var. Kentte ilk gördüğümüz yer Bacardi Evi’ydi. Bacardi ailesi 1862’de, o zamanlar Küba’da yaşarken ürettikleri roma Bacardi ismini vermişler. Ailenin pembe renkli evi devrim öncesi yıllardan kalma az sayıda bakımlı yapılardan biri.

Santiago de Cuba’daki en “bakımlı” binalardan biri, duvarları mermi delikleriyle dolu Moncada Kışlası! “Bakımlı”, çünkü burası Küba devriminin başlangıcı kabul edilen 26 Temmuz 1953 hareketinin yaşandığı yer. O gün Fidel ve arkadaşları faşist Batista rejimini devirmek amacıyla kışlaya saldırdı. Amaçları kışladaki silahlara el koymaktı. Ancak devrimciler bu saldırıda bozguna uğradı, 32 devrimci öldürüldü, Fidel de Sierra maestra’da yakalanarak tutuklandı. Fidel, ünlü “Tarih Beni Beraat Ettirecektir” başlıklı savunmasını bu mahkumiyetinin başındaki yargılamada yaptı, 15 yıla mahkum olmasına rağmen 21 ay sonra serbest bırakıldı. Kışlanın duvarlarındaki mermi ve top izleri daha sonra Batista rejimi tarafından kapatılsa da, devrimden sonra, orijinal fotograflara da bakılarak, devrimin izleri olarak yeniden açıldı ve bina, bugün bu şekliyle müze olarak hizmet veriyor.


Moncada Kışlası’ndan sonra, Küba’nın en eski binasına, Koloniyel Sanat Müzesi’ne gittik. 1516’da, kentin kurucusu Diego Velasquez’in konutu olarak inşa edilen binada bugün sergi, el sanatları ve konser alanları var. Küba’da çok güzel ahşap heykeller de yapılıyor, ki ülkenin birçok yerinde bunları görmek mümkün. Ben de buradan iki parça, değişik bir kokusu olan ahşap heykel almıştım. Binanın giriş katında da tipik Küba müziğinin çalındığı çok güzel bir konser izleyip Morro Kalesi’ne doğru yola çıktık.

Morro Kalesi limanın girişinde ve olağanüstü güzel bir manzarası var. İlk kez 1640’da yapılmış, ancak sonradan yıkılınca 1700’lerde tekrar yapılmış. Müzesinde koloniyel dönemin korsanlarından bazı eşyalar yanında, CIA’e ait şişme botlar ve silahlar da sergileniyor.

Küba’da en çok yenen yemekler tavuk, balık, siyah fasulye, pirinç... Biz de, bir gitaristin müziğini dinleyerek, balık ve salata yedikten sonra önce Bolivya Anıtı’nı, arkasından Devrim Meydanı’nı gezdik. Bolivya Anıtı, Che’yle birlikte Bolivya’da öldürülen devrimciler için yapılan mermer bir anıt. Devrim Meydanı da (Plaza de la Revolucion) 1991’de inşa edilmiş görkemli bir alan. Meydanın ortasında 23 Mart 1878’de İspanyol sömürgecilere karşı savaş kararı veren Antonio Maceo’nun büyük bir heykeli ve yere saplanmış 23 adet devasa demir pala var. Heykelin yanında da devrimin sürekliliğini vurgulayan “sonsuzluk ateşi” yanıyor.

Buradan Santa İfigenia mezarlığına gidiyoruz. Santa İfigenia Küba’nın iki önemli mezarlığından biri. Önce İspanyollara karşı yapılan özgürlük mücadelesinin kahramanlarından Jose Marti’nin mezarındayız. Burada ayrıca ülkenin önemli kişiliklerinin, bu arada, Buena Vista Social Club üyelerinden İbrahim Ferrer’in de mezarları yer alıyor.

Harika bir tekne gezisinin ardından, geceyi geçirmek üzere Havana’ya dönüyoruz. Kahvaltıdan sonra, Santa Clara’ya gitmek için otobüse biniyoruz. Küba’daki birçok taşıt aracı çok eski. Gerçi son yıllarda Kore’den yeni otobüsler de alınıyor fakat anlaşılan yeterli bakım yapılmıyor. Tur otobüsümüz bir gün önce bakımdan çıkmasına rağmen Santa Clara yolunda, yarım saat olmamıştı ki, otobüsün çekişi düştü. Şöför arabayı durdurup bir saat içinde aracı tamir etti ve tekrar yola çıktık, fakat aradan on-onbeş dakika geçince, gene çekişten düştü. Şöför telefonla yol-yardımı çağırdı, biz de inip yol kenarında otların arasında oturup beklemeye başladık. Saatler sonra araç sözümona yapıldı, tekrar yola çıktık, fakat, üçüncü kez durduk. Otobüs gitmiyor. “Şansımızdan” bu kez bir kafe yakınında durduk ve şöföre, telefonla yeni araç istenmesi için ısrar ettik. Sonunda yeni bir otobüs geldi ve üç saatlik yolu sekiz saatte alarak Santa Clara’ya ulaştık!


Santa Clara’da görülecek en önemli yer Devrim Meydanı ve Che Anıtsal Müzesi. Meydanda Che’nin büyük bir heykeli yer alıyor. Müze bölümünde Che Guevara ve onunla birlikte Bolivya’da öldürülen arkadaşlarının duvara yerleştirilmiş mezarları ve Che’nin, doktor önlüğü, ameliyat malzemeleri, notları gibi kişisel eşyaları yer alıyor.

Bizim Küba gezimiz, deniz tatili olmadığı için devrimin izlerini süren bir gezi oldu. Ama zaten Küba’da nereye gitsem, duvarlarda, billboard’larda Che’nin, Fidel’in, Camillo’nun resimleri, sözleri ve sloganları var. Santa Clara’da da böyle tabii ki. “Venceremos”... “Patria O Muerte”... Her yerde devrim sloganları...

Küba gezisinde sona yaklaşırken, “dünya Mirası” listesinde yer alan Trinidad’a hareket ettik. Yol üzerinde Şeker Kamışı Vadisi’ne uğradık. Devrim öncesi dönemde şeker kamışı plantasyonlarında boğaz tokluğuna çalışan işçiler kaçmasın diye bir de ahşap gözetleme kulesi varmış. Şimdi de korunuyor. Tepesine kadar çıkıp uçsuz bucaksız palmiye ormanlarını, tropik florayı seyretmek doyumsuzdu.


Akşama doğru Trinidad’a geldik. Trinidad eski, pırıl pırıl, sarı kırmızı yeşil mavi pastel renkli, sevimli bir kent. Kent, ama, Küba olçülerinde bir kent tabii ki, yoksa bize göre, köyden biraz büyükçe bir yer. Sokak aralarında turladıktan sonra Simon Bolivar Caddesi’nin sonundaki Meryem Ana Manastırı’nda bankların üzerine oturup şehre tepeden bakmak çok keyifliydi.


Ertesi sabah Cienfuegos üzerinden Havana’ya doğru yola çıktık. Cienfuegos’ta Jose Marti Botanik Parkı’nda bir taraftan gezerken, bir taraftan da bulabildiğimiz tropik meyveleri tattık. Şehir merkezi de gene çok sayıda koloniyal dönemden kalma yapıyla dolu.


Gezinin son günü Vinales vadisine gittik. Burası milyonlarca yıl önce şimdikinden birkaç yüz metre yüksekteyken, zeminin aşınmasıyla bugünkü topografik durumuna gelmiş. Vadide birçok mağara ve yükseltiler var. Toprakları verimli olduğu için tütün, sebze, meyve, birçok bitki tarımı yapılıyormuş. Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Vinales Vadisi’nde “İnsanlık Tarihi” isimli bir kaya resmi en çok ilgi çeken yer.


Vinales’le geziyi bitirdik ve Havana’ya dönüp Paris üzerinden Istanbul’a geldik.


Küba’ya giderken beklentilerim çoktu, ama hayal kırıklıklarım da oldu. Mutlu olmak, global liberalizmin pompaladığı tüketim toplumu profiline kavuşmaktan geçiyorsa, Kübalılar mutlu değil. Ama Kübalılar, sosyalist ideallerin vaadettiği mutluluğa da sahip değiller. En önemlisi, gerek Amerika’ya göç eden yakınlarının, gerek turistlerin lanse ettiği, markalar, çeşit çeşit giyim kuşam gibi gelişmişlik kriterleriyle karşı karşıya gelince, bunun kendilerine nasıl bir hayat tarzı ve güvencesi vereceğinden habersizce, piyasa ekonomisine özeniyorlar. Keşke sosyalist idealler daha düzgün işleseydi..

No comments:

Post a Comment